30 Temmuz 2007 Pazartesi

Bir fincan kahve içermisiniz?

Bir fincan kahve icer misiniz...

Is yasaminda önemli yerlere gelmis bir grup eski mezun arkadas grubu
üniversitedeki hocalarindan birini ziyarete gitmis.


Cesitli konular konusulduktan sonra sohbet, isin yarattigi strese ve
hayatin zorluklarina gelmis.
Yasli üniversite hocasi ziyaretcilerine kahve ikram etmek üzere mutfaga
gitmis ve degisik boy, renk ve kalitede bir cok fincanin bulundugu bir
tepsiyle geri dönmüs.



Kimi porselen, kimi seramik, kimi cam, kimi plastik olan fincanlari ve
kahve termosunu masaya koyup kahvelerini oradan almalarini söylemis.


Tüm eski ögrenciler kahvelerini alip koltuklarina döndügünde hocalari
onlara sunu söylemis:

"Farkina vardiniz mi bilmem, zarif görünümlü, güzel, pahali fincanlarin
hepsi alindi, masada yalnizca ucuz ve basit görünümlü fincanlar kaldi.


Elbette ki kendiniz için en güzelini istemek ve onu almak çok normal ama
iste bu demin bahsettiginiz problemlerinizin ve stresin nedeni.


Hepinizin istedigi fincan degil, kahve iken, bilinçli olarak herbiriniz
birbirinizin aldigi fincanlari gözleyerek daha iyi olan fincanlari almaya
ugrastiniz.


Yasam kahveyse, is, para ve mevki fincandir.
Bunlar yalnizca Yasam'i tutmaya yarayan araçlardir, ama Yasam'in
kalitesi bunlara göre degismez.

Bazen yalnizca fincana odaklanarak, içindeki kahvenin zevkini çikarmayi
unutabiliyoruz."

KAÇ DÜĞÜM ATILMIŞ

Bu öykü, yüzyıllar önce gözlemlenen bir olayı nakletmektedir:Keşiş bir araştırma yapmak için bir köye gitmişti. Önce o köyün mezarlığına girdi. Çünkü kültürlerin, yaşam felsefesinin böyle yerlerde gizli olduğuna inanıyordu. Gözleri birden mezar taşlarının üzerindeki rakamlara takıldı. Mezartaşlarında 5, 867, 900, 20003, 4979, 7, 421 örneği, birbiriyle hiç de bağlantısı olmayan rakamlar vardı. Uzun uzun düşündü, fakat bu rakamların anlamını çözemedi. Köyün en bilgesine gitti, ona sordu; “Nedir bu rakamlar Tanrı aşkına?” dedi. “Bu rakamların gösterdikleri ay mıdır, yıl mıdır? saat midir?” Bilge kişi gülümseyerek cevapladı: “Bizler bebeklerimiz doğduğu zaman, bellerine bir ip bağlarız” dedi. “Yaşamı boyunca her güldüğü an, o ipe bir düğüm atarız. Öldükten sonra ise, bellerindeki düğümleri sayar, düğümün sayısını mezartaşına yazarız.” Bilge kişi, karşısındaki keşişin bir şey anlamadığını görünce açıklamasını sürdürdü: “Böylece onun, ne kadar ‘yaşamış' olduğunu anlarız.” Gülümsemeyi unutmayın…

Ahmet Altan'dan..

Dar Kapı...


Andre Gide, “Dar Kapı” isimli kitabında, yaşanılanın değil yaşanılmayanın hikayesini anlatır; birbirlerini seven iki insanın bir türlü bir araya gelememesinin hikayesidir bu kitap.
Ve birleşememelerinin nedeni,başkalarından ziyade kendileridir, kendi inançları, kendi korkuları önler onların aşklarının ifade edilmesini.
Koca bir hayatı, istediklerini yapamayarak geçirir kitabın kahramanları. Yaşamak istediklerimizle yaşayabildiklerimiz arasında ortaya çıkan büyük uçurumun esas sorumlusunun aslında kendimiz olduğunu anlatır kitap. Bütün kitap boyunca okuyucu hep aynı isyanı hisseder, söyleyin artık, birleşin artık neden duygularınızı gizliyorsunuz, diye bağırmak ister.
Ama, kitabın kahramanları, kendi yarattıkları o 'dar kapıdan' geçemezler bir türlü, orada sıkışıp kalırlar.

Herkesin hayatı, dar kapılarla çevrilmiştir aslında. Rahatlıkla geçip feraha ulaşacağımız birçok kapıyı, kendi inançlarımız, korkularımız, endişelerimizle daraltıp kendimizi kendimize tutsak ettiğimizi çok geç fark ederiz.

Yaptıklarımızdan ziyade yapamadıklarımızdan daha çok pişman olmamızın gizli nedeni de budur zaten, yaptıklarımızın sonuçları kötü çıksa da, çıkan sonuçlarda bizimle birlikte başkaları da sorumludur, başka birilerinin iradesi işin içine girmiştir, pişmanlığımızı ve öfkemizi başkalarının üstüne yıkabilir, pişmanlıktan kendi payımıza düşeni azaltabiliriz.
Ama yapmadıklarımızdan duyduğumuz pişmanlıkların bizden başka sorumlusu yoktur, bizden başka bir suçlu bulamayız, o pişmanlığı tek başımıza sahiplenmek zorunda kalırız. Kendi geçmişimizden geleceğimize uzanan yolda karşımıza çıkan dar kapıları neden aşamayız, neden takılır kalırız oralarda, nedir bizi durduran, nedir bizi gelecek pişmanlıklara hazırlayan.

Neden bir türlü istediğimiz gibi yaşayamayız?
Neden ıslak bir kil parçası gibi elimizde duran hayatımızı şekillendirirken, bir yerinde takılır ve onu istemediğimiz bir biçimde şekillendiririz.
Kendi isteklerimizden daha önemli ne olabilir?
Korkularımız tabii. Gide'nin romanındaki kahramanlar gibi Tanrı'dan korkabiliriz.
Çekeceğimiz acıdan korkabiliriz.

Ya da Benjamin Costant'ın 'Adolphe' romanında anlattığı gibi başkalarının acı çekmesinden korkarız. Constant, kendi hayatından esinlenerek yazdığı romanında, kendinden daha yaşlı bir kadınla birlikte olan genç bir erkeğin o kadını neden bırakamadığını anlatır.
Kadının duyacağı acıyı düşünmek, erkeği hareketsiz kılar, bu çaresizliğine öfkelenip kızsa da bunun üstesinden gelemez. Adolphe, ne zaman yeni bir hayata hazırlansa, yaşlı sevgilisinin gözyaşları engeller onu.

Aynı çaresizliği Daudet'in 'Sara' isimli kitabında da görürüz. Orada da romanın kahramanı bir türlü kendini geçmiş bağlarından kurtarıp yeni bir hayat kuramaz.
Bütün bunlar, insanın kendi hayatını belirlemekte sandığı kadar özgür olmadığını gösterir. Üstelik özgürlüğü kısıtlayan, kendi dışımızdaki dünya değildir. Hayatımızı değiştirmemizi engelleyen polisler, hakimler, savcılar, ordular, yasaklar değildir; yasak kendi içimizdedir, kendi korkularımızdadır, kendi geçmişimizdedir.
Yaşadığımız her gün kendimize biraz daha tutsak oluruz, yaşanan her gün hayatımıza bağlanan zincirlere bir halka daha ekler ve biz yaşadığımız her gün o zincirlerden kurtulmakta biraz daha zorlanırız. Yaşamak istediğimizi yaşamamamızın nedeni, yalnızca o isteğin yeterince güçlü olmadığı söylenerek açıklanabilir mi?
İsteğin güçsüzlüğü değildir her zaman asıl neden. Yeni bir hayata başlarken, dar kapıları kırıp geçerken, arkamızda bırakacağımız acıların, uzun selvileri olan bir eski mezarlık gibi gölgesini geleceğin üzerine sereceğini hissederiz.
Gelecek, temiz ve aydınlık bir yaz sabahı gibi aydınlık başlamayacak, aksine geçmişle lekelenmiş bir halde başlayacaktır.
En çok o gölge korkutur bizi. Yaşamak istediğimizin de gölgelenmesinden endişe ederiz. Çılgınca yaşamak istediğimiz yeni günlerin, bize geçmişle gölgelenmiş olarak gelmesi düşüncesine tahammül edemeyiz.
Korkaklığımız, biraz da geleceği kurtarmak endişesindendir. Geçmişten gelen gölgelerle soluklaşan bir gelecek mi yaşamalı, yoksa hiç yaşanmayan, yaşanmadığı için de gölgelenmeyen, yaşanmamış ışıklı bir hayal olarak mı saklamalı isteklerimizi.
Dar Kapı' da olduğu gibi sevdiğimizle yaşayacaklarımızı bir günahın gölgesinden mi esirgemeli, Adolphe' da olduğu gibi bir başkasının ruhumuza sinen acısından mı sakınmalı, Sara' da olduğu gibi vicdanımızı damla damla lekeleyen gözyaşlarından mı kurtarmalı?

Yaşanan ilk aşkla birlikte, geleceğe düşen gölgeler de uzamaya başlar.
Geçmiş olduğu sürece gelecek gölgeli olacak.
Yaz sabahlarının temiz ve gölgesiz aydınlığı kalmayacak geleceğimizde...

Geçmişin gölgelerini taşıyan bir gelecek mi, gölgesiz, dokunulmamış ve yaşanılmamış bir hayal mi bizi daha mutlu eder? Ne Gide, ne Costant, ne Daudet buna bir cevap vermiyorlar. Anlattıkları, yaşayamamanın acısı yalnızca. Yaşamamak, kendini kendi geçmişinin gölgesinden kurtaramamak acılı bir tortu gibi birikiyor onların kahramanlarının içinde, isyan krizlerine tutulsalar da kendilerine yeni bir hayat yaratamıyorlar.
Dar kapılardan geçemiyorlar. Çünkü yaşadıkça kalabalıklaşıyoruz. Gide'nin kahramanlarının hiçbir kapıdan sığmayan günah korkuları var eteklerinde.
Costant'ın kahramanının yaşlı sevgilisinin acıları var kolunda. Sara'nın kahramanı vicdan azabını taşıyor beraberinde. Günahı, acıyı, vicdan azabını kapılardan sığdırmak kolay değil, bütün kapıları yıkmak gerekiyor, yıkıntılardan bir ışığa çıkılır mı peki?

Yaşayamadığımız için pişman olacağımızı bile bile geleceğimizi feda etmeli miyiz?
Yoksa, gölgeli de olsa o benim istediğimdir, yaşamalıyım mı demeliyiz?
Geleceği yaşarken geçmişin gölgeleri zamanla solup silinir mi?
Geçmişle gelecek arasındaki o dar kapıdan geçerken, oraya buraya sürünüp örselenen ruhumuz, geleceği istediği gibi kucaklayabilecek mi?
Yaşam dar kapılarla dolu.
Yıkmalı mıyız o kapıları?
Günahı, acıyı, vicdan azabını silip atmalı mıyız?
Duyduğumuz istek, günahı, acıyı, azabı silmeye yeter mi?
Yoksa, günah korkusu, geçmiş acılar, vicdan azapları geleceği mi karartır?

Neyi seçmeli insan?
Kendi geçmişinden, hafızasından, hatıralarından, inançlarından nasıl kurtulmalı?
O dar kapılar bizi yaşamamaya mı mahkum ediyor?
Kendi geçmişiyle hüküm giymiş birer mahkum muyuz?
Hayat, kurtulamamanın hikayesi mi?
Peki, o aşk romanları ne öyleyse, anlatılan aşklar nasıl yaşanıyor?
Geçmişin bittiği, bizi sahipsiz olarak, boşlukta terk ettiği zamanlar vardır, Tanrıyı, aşkı, sevgiyi, sevgiliyi kaybettiğimiz, yalnızlıktan, inançsızlıktan kıvrandığımız dönemler vardır, lekesiz bir aşk ancak böyle bir boşluğun, yalnızlığın, böyle bir kıvranmanın içinden doğar.
Kaybetmenin acısını yaşamadan, kazanmanın lekesiz sevincini yaşamaya izin vermiyor Tanrı. Ve böyle bir dönemde yeni bir hayatı, yeni bir aşkı kazandığımız anda da, geleceğimize giden yolda yeni bir dar kapı örmeye başlarız.


Ne yapmalıyız?
Dar kapılardan nasıl geçmeliyiz?
Yaşayamamanın acısını mı, gölgeli bir geleceği kucaklamanın hüznünü mü tercih etmeliyiz? Duyduğumuz istekler, tutkular, aşklar, geleceğin ruhumuza uzanan gölgelerini silmeye, bizi iyileştirmeye yeter mi?
Dar kapılardan geçemediğimiz, yaşayamadığımız için pişman olacağız.
Bizi bekleyenin pişmanlık olduğunu biliyoruz.
Yaşadıklarımızdan olmayacak pişmanlığımız, yaşamadıklarımızdan olacak.
Gide' ye, Costant' a, Daudet' ye bir sormalıyız ne yapmamız gerektiğini.
Ama onlar bize yalnızca, yaşayamamanın acısını anlatıyorlar.

Nasıl yaşayacağımızın cevabını gene kendimiz bulacağız.
Bu dar kapılardan nasıl geçeceğimizi kendimiz öğreneceğiz.
Öğrenebilirsek eğer...


Ahmet ALTAN

MOTİVASYON

Motivasyon danışmanı ve kitapları en çok satan yazarlardan biri olan Anthony Robbins'in söylediği gibi insanları başarılı olmaya motive eden iki şey vardır: Esin ve çaresizlik. Şipşak fotoğrafın mucidi ve Polaroid şirketinin kurucusu Edwin Land, esinle motive olanlardandır. Küçük kızı, kendi fotoğrafını hemen görmek istemiş ve babasına fotoğrafları banyo etmenin neden bu kadar uzun sürdüğünü sormuş.Bu, Land'a banyo işlemini filmin içine yerleştirme esinini vermiş. Benzer bir şekilde, Microsoft'un kurucuları Bill Gates ve Paul Allen, Popular Mechanics dergisinde bir kişisel bilgisayar görmüşler ve bilgisayarcılığın geleceği hayallerinde canlanmış. Hatta Bill annesini arayıp, onu altı ay boyunca arayamayacağını, çünkü IBM'in satın alacağı bir bilgisayar programı yazmakta olduğunu söylemiş. Şimdi hepimiz o programı MS-DOS olarak biliyoruz.

Öte yandan, çaresizliğin de motive edici olduğunun kanıtı olan kişilerin başında Anthony Robbins gelir. Eskiden elektrik süpürgesi satan ve sağlık seminerleri düzenleyen Thony, finansal başarıyı tatmış ve sonra da elinden kaçırmıştı. Kendini 40 metrekarelik bir dairede bulaşıkları yıkarken bulduğunda, onu ileriye götüren şey başarının tadı değildi. Hayatını tersine sürükleyen şey o anda durumundan duyduğu hoşnutsuzluktu. Çaresizliğin motive ettiği kişilerden biri de Oskar ödüllü oyuncu Cher'dir. 40 yaşına geldiğinde Cher yaşamındaki başarıları gözden geçirdi ve yaşamının başarılardan yoksun olmasından rahatsız olup geleceğini değiştirmeye karar verdi. İster bilimadamı, ister aktör, ister sporcu olsunlar, pozitif esinle motive olmakla negatif çaresizlikle motive olmak arasındaki fark, yaşamda büyük farklar yaratır. Peki niye bazı insanlar kendilerini motive etmekte zorlanırlar ? Başarı ve insanın hayallerini gerçekleştirmesi o kadar çekici ve karşı konulamaz derecede muhteşem bir şey olduğuna göre, insanların motive olmak konusunda büyük sorunlar yaşamıyor olmaları gerekir diye düşünülebilir. Oysa birçok insan için işe başlamak en büyük problemdir. Başarılı insanlar, hedeflere ulaşmak için motive olunmalı diyorlar. Peki motivasyonu nasıl tanımlıyorlar ? Gerçek şu ki motivasyon sadece yıldız atletlere ve motivasyon konuşmacılarına satılan gizli bir formül değildir. Sadece, faydalanmak için kullanılmasını öğreneceğiniz basit bir zihinsel strateji, ne zaman isterseniz ulaşacağınız bir şeydir. Motive olmak istediğimiz belirli zamanlar vardır. Ve bunlar motive olmak istemediğimiz zamanlardan farklıdır. Bu, o kadar da iyi birer fikir olmayan şeyleri yapmaya da motive olduğumuzu hatırlayana kadar pek mantıklı gelmeyebilir. Daha fazla çikolata ya da üçüncü dilim pizzayı yemek istediğiniz zamana ya da istemediğiniz, ihtiyacınız olmayan bir şeyi satın almanıza ne demeli ? İşte bu anlar, bir erteleme stratejisine ihtiyacınız olan anlardır. Başka bir deyişle, bir şeyi yapmak istemediğimiz ama yapılıp bitirilmesini istediğimiz zaman motivasyona ihtiyacımız vardır. Sonuçları istiyoruz ama süreç bize heyecan vermiyor. Örneğin; bulaşık yıkamak, fatura ödemek, çöpü dışarı çıkartmak hoşumuza gitmiyor ama bu işlerin de bitmesini istiyoruz. Özel bir arzu duymadan sadece o işi yapıp bitirmek. İşin yapılmasına katılmak istemeyiz ama iş bittiği zaman alacağımız sonucu bekleriz. İşte bu anda bir motivasyon stratejisine ihtiyacımız vardır.''

'' NLP, Başarının Yeni Teknolojisi'' kitabından.

Yaşamınızı Sevgiyle Doldurun

Yaşamının sevgiyle dolu olmasını istemeyen tek insan çıkacağını sanmam. O halde, bunu gerçekleştirmek üzere ilk çabayı bizim göstermemiz gerekir. İstediğimiz sevgiyi bize başkalarının sağlamasını beklemektense, kendimiz bir sevgi kaynağı olmalıyız. Başkalarına örnek olmak istiyorsak, öncelikle biz, kendi içimizdeki sevgi ve şefkati harekete geçirmek zorundayız. Derler ki: "İki nokta arasındaki en kısa mesafe, niyettir." Sevgi dolu bir yaşama kavuşmak için bu deyiş son derece doğrudur. Sevgi dolu bir yaşamın başlangıç noktası, ya da temeli, önce bir sevgi kaynağı olma isteği ve kararlılığıdır. Takındığımız tavır, yaptığımız seçimler ve iyiliklerle, önce sevgi elini uzatma istekliliği bizi bu hedefe taşıyacaktır.

Eğer bir daha kendi yaşamınızdaki ya da dünyadaki sevgi eksikliği sizi üzecek olursa, şöyle bir deney yapın. Birkaç dakikalığına dünyayı ve başka insanları aklınızdan çıkarın ve yalnızca kendi yüreğinize bakın ve kendi kendinize sorun: Daha büyük bir sevgi kaynağı haline gelebilir misiniz? Kendinize ve başkalarına yönelik sevgi dolu düşünceler üretebilir misiniz? Sonra bu sevgi dolu düşünceleri dış dünyanıza açabilir, hatta, sizce bu sevgiyi hak etmeyenlere bile iletebilir misiniz?

Yüreğinizi daha büyük bir sevgi barındıracak denli açarsanız ve önceliğiniz sevgi toplamak değil de, kendinizi sevgi kaynağı yapmak olursa, istediğiniz sevgiyi alma yolunda büyük bir adım atmış olursunuz. Ayrıca, gerçekten çok önemli birşey fark edeceksiniz: Ne kadar çok sevgi gösterirseniz, o kadar çok sevgi görürsünüz. Sevecen bir insan olmak sizin elinizdeyken, sevilen bir insan olmak, sizin denetiminizde değildir. O halde sevgi göstermeye ağırlık verirseniz, yaşamınızın fazlasıyla sevgi dolduğunu göreceksiniz. Çok geçmeden de dünyanın en büyük gizlerden birini keşfedersiniz: Sevginin ödülü, kendisidir.


Dr. Richard Carlson

PERDELERİMİZ

ABPERDELERİMİZ

Kapatıyoruz, akşam karanlığı çöktüğünde ev ve içerisinde özel anlarımızı yaşadığımız yerlerin perdelerini.”İçerisi aydınlık,karanlıkta kalanlar görmesinler” bizi özel saatlerde yaşadığımız mekanı ve içindeki davranışlarımızı diye.Gündüz aydınlığında kapatanlarımızda var pencerelerindeki perdeleri. Ama biz o gündüz aydınlık saatlerde içerde birilerinin olduğunu bildiğimizde garipseriz bu durumu.Oysa tül perdeler içerden dışarısını görmemizi sağlar, dışardan içerisi görülmese de.Güzeldir,sıcak ve sevecendir bu anlamda o şeffaf daha çokta beyaz tüller.
Otobüs ve tren yolculuklarında çok aşırı sıcak gelmedikçe kapatmayız,ilgiyle bakarız o daha önce görmediğimiz, yerleşim yerlerine ve doğaya.Görmüşsek bile atladığımız detayları yeniden keşif etmek adına.Tiyatro salonlarında heyecanla açılmasını bekler,temsil bitip kapandığında sahnedeki perdeler ani bir yalnızlık çarpar o anda benliğimize de.İnsanların giyimlerine benzer ev, perdeleri.Abartılı,sadesi,renk cümbüşleri, yakışanı,yakışmayanı çiçeklisi,kalın ve incesi.Ama hepsinin tek görevi kapatmaktır oysa dışarısına içerimizi.
Kapatalı kaç yıl olmuş içimizdeki perdeleri.Kapattığımızı bile yok sayıp doğallığımıza vermişiz bu yönlerimizi.Oysa biliyoruz kapalıyken perdelerimiz göremeyeceğimiz dünyayı.Beynimizde kurduğumuz tek kişilik ve mini minnacık o sığ dünyada boğularak yok etmiyor muyuz,gerçek kişiliklerimizi?.Düşünün bir kez daha.Ailemiz,sokağımız veya mahallemiz haydi diyelim ki yaşadığımız şehirler kadar dünya.Ama kimliklerin,kişiliklerin içinde barınmadığını zannettiğimiz dünya.Peki neden yok sayıyoruz kişilikleri ve neden kapatmışız perdeleri.Bize benzemiyor ve bizim gibi düşünmüyorlar diye mi.Zenginlik ve yoksullukları,kültürleri farklı diye mi..Oysa sevmeyen yok gibidir gök kuşağını o yedi ana rengin tonlamasından çıkan binlerce ayrı renk armonisini.Gözümüz perdeliyken nasıl göreceğiz o yağmurlar sonrası güneş çıktığında, binlerce renkten oluşan gökkuşağı’ndaki renkleri.
En son ne zaman yalınayak toprakta yürüdünüz?.Ne zaman o içinizdeki elektrik santralini boşaltınız doğa anaya?.Peki ne zaman küçük bir dere kenarında fark ettiniz eşsiz güzellikteki çiçeği?.Karınca yuvasını izlediğinizde kaç yaşındaydınız?.Arı kovanını ve gelişmiş bilgisayarların bile o uyumlu programlamayı yapamayacağı arıları “acaba izlersem,iğneleri ile sokarlardı beni”düşüncesi ile hiç mi izlemediniz yoksa?.Gecenin orta yerinde evinize yaklaştığınızda,sizi ayak sesinizden tanıyan bir kedinin varlığından haberdar oldunuz mu hiç?.Peki en son ne zaman fark ettiniz,yuvada bekleyen yavrusuna bir damla yiyecek bulmak için ana yolda otomobile çarpılan kuşu?.Yada,ekmeğin, şimdilerdeki gibi ekşi maya kokmadığı,buğdayın kendine has kokusu ile,derme çatma köy fırınlarında kadınların nasırlı ellerinde yapılanını, yediğiniz en son ne zamandı ?.Peki bahçelerdeki bitkileri gecenin alaca karanlığında,elinizdeki hortumla suladığınızı anımsadınız mı yakın zamanda hiç?.Simit satan bir çocuğun geleceğe dair hayallerini dinlemek aklınıza geldi mi,ondan alışveriş yaparken ?.Yada,evinizin önde kurulan pazarda,kapı önünüzde duran satıcıya soğuk kış gününde bir bardak çay vermek aklınıza gelmedi mi hiç?.
Çocuklarınıza kızarken daha çok sizin gibi düşünüp davranmadıkları veya sizin kaçırdığınız yaşamın bir yerlerinden tutamadıklarımı bilinç altınızı zorlayan.Geçmişteki hatalarınızla yüzleşmek yerine,en yakınızda olan insanlarımı sorumlu tutmak daha kolay olan?.Ders almak hatalardan ve tekrar etmemek yerine şimdiki aklım olsaydı labirentinde dönmek mi basitçi yol olan?.Ve aşk larınızı da içerisine hapsettiğiniz perdeli oda’lar.Ve bir mahkum ne kadar severse güneş görmeyen hücresini,işte o kadardır o dar güneş girmez alanda yetiştirdiğiniz aşk çiçeği.Yükselmenin maddiyatla değil,ruhların terbiye edilip egolarından ayrışıp, damıtılmış öz hale geldiğini bilmek mi zor olan?.Anladık mı hasta yatağında yatan insanın sıkıntılarını,hissettik mi yüreğimizden, en yakınını kaybetmiş bir insanın içindeki fırtınalarını?.Yoksa içten gizli bir sevinç’imi duyduk”bana olmadı” larımızla?.Anlaşılmanın ön koşulu değil mi anlamak olan?Anlamak için kapalı perdelerimizi aralamak değimli ,işin en başında gelen?Güneşsiz yerde nasıl olur sağlıklı yaşam?.Ne kaybederiz, açtığımızda perdelerimizi, içimiz camından.Anlaşılacağız ve yaşamı gerçek olan üç boyutu ile algılayacağız işte o zaman.Afrika daki zebrayı da,Avustralya kıtasındaki kanguru’yu da bilecek kadar büyüyecek dünyamız.Evren’i, gözlerimizle gördüğümüz değil,düşlerimizce büyük olduğunca ,kaldırdığımız perdelerden sonra görecek ve yaşayacağız işte o zaman.
Şimdi perdelerimizi bir daha takmamacasına sökeceğiz yerlerinden ve asla ütüleyip katlayarak değil, geri almamacasına atacağız yaşam yerimiz olan ruhlarımızdan.Şarkı mısrasındaki söz gibi”Pencerenin perdesini,aç bana göster yüzünü”.Ve merhaba güneş,merhaba sımsıcak yaşam…
MUSA PAKDEMİR

BÜYÜK DÜŞLER KURUN

BÜYÜK DÜŞLER KURUN
Fark yaratma yürekliliğini gösterme ve gerçekten yapmaya değer bir şey yapma zamanı gelmiştir.
Mutlaka büyük bir amaç değil, ama yüreğinizde tutuşan herhangi bir şey; arzunuz, düşünüz olan bir şey için... Yeryüzündeki günlerinizin, değerli ve anlamlı geçmesi kendinize olan borcunuzdur.
Yaşamın tadına varın. Var gücünüzle hedefe odaklanın. Gerinin.
Büyük Düşler Kurun.
Değerli şeylerin, pek kolay elde edilmediğinin bilincinde olun. İyi günler olacak. Herhalde kötü günler de olacak. Kendi kabuğunuza çekileceğiniz, tasınızı tarağınızı toplayarak teslim bayrağını çekmek isteyeceğiniz zamanlar olacak. Bunlar, aslında, kendinizi zorladığınızı, öğrenmek ve gelişmekten korkmadığınızı gösterme fırsatlarıdır.
Azimle Devam Edin.
Bir düş, kararlılık ve doğru araçlarla büyük işler başarabilirsiniz. İçgüdülerinizin, aklınızın ve yüreğinizin size yol göstermesine izin verin.
Güvenin.
İnsanoğlunun olağanüstü gücüne ve bu güçle gerçekten fark yaratabilecek işler başarabileceğine inanın. Çok çalışmanın, neşelenmenin ve umut etmenin, insanlara elini uzatmanın ve “seni seviyorum” demenin sürekli dostlukların, yolunuza çıkacak fırsatların gücüne inanın. Yeni bir başlangıç, harika bir şey gerçekleşeceğinin umudunu simgeler. Böylece her şey mümkündür. Siz bir tanesiniz. Ve bu yoldan bir kez geçeceksiniz.
Düşünüzü yaşayın!
Fark yaratın!
JOYCE GIULA

BÜYÜK BİR YÜREKLİLİKLE ÇABALAYIN

Asıl saygıya değer olan, eleştiren kişi değildir; güçlü adamın nasıl tökezlediğine ya da işi yapanın eksik olduğu noktaya dikkat çeken de değildir. Saygınlık, gerçekten meydanda olan, yüzü toza toprağa, tere ve kana bulanmış, yiğitçe çabalayan, düşen ve her seferinde ayağa kalkan, büyük coşkuları, yürekten bağlılıkları bilen ve kendini değerli bir amaca adayan, en iyi durumda üstün başarının tutkusuna ulaştığının, en kötü durumda –yani başarısız olursa- en azından büyük bir cesaretle savaşım vererek başarısız olduğunun bilincinde olan; böylece ne utkuyu ne yenilgiyi bilen ürkek ruhların arasına katılmayan kişiye aittir.
THEODORE ROOSEVELT

VAHŞİ AT

"Bir gün bir çiftçiyle oğlu çiftlikte günlük işlerini yaparken bir at çıkagelmiş. Adam atın üstünde herhangi bir damga görememiş. At insanlardan fazla kaçmadığı için onun yarı vahşi bir at olduğunu ve ehlileştirilirken sahibinden kaçtığını düşünmüş. Atın üstüne binmiş. Oğlu da bir başka atla onu takip etmeye başlamış.
At çiftlik çıkışında bir yola sapmış ve bir müddet gitmiş. Sonra yandaki gölü görmüş ve su içmek için yoldan çıkmış. Su içmeyi bitirince çiftçi onu tekrar yoluna sokmuş.
Bir süre daha gittikten sonra bu sefer atın karnıacıkmış ve çimenlik bir yer görmüş. Yemek molası için yine yoldan çıkmış. Kar nını doyurunca çiftçi onu tekrar yoluna geri sokmuş.
Bu şekilde at birkeç kez daha yoldan çıkmış. Her seferinde çiftçinin onu yola sokması kolaylaşıyormuş. Sonunda akşamüstü bir çiftliğe gelmişler. Çiftliğin sahibi yanlarına gelmiş ve şaşkınlıkla bağırmış. "Bu benim atım. İnanamıyorum. Peki beni nasıl buldunuz?" Atın üstündeki çift çi aşağıdaki adama bakmış ve şöyle demiş. "Ben bulmadım. At kendisi buldu. Benim tek yaptığım onu yolunda tutmaktı."

PARMAKLAR İÇİN EŞİT ŞANS

Bölünme ve Bağlanma Yoluyla Parmak Emmekten Kurtulmak: Bütün Parmaklar İçin Eşit Fırsat!
Başparmağını oldukça hırslı bir şekilde emen küçük çocuğu hatırlıyorum. Sol elinin başparmağını ön dişlerinin arasına alıp emiyor, bir yandanda çekiştirip duruyordu. Çocuğun babası doktor, annesi hemşireydi ve başparmağını emmeye devam ettiği taktirde olabilecek bütün korkunç şeyleri bu altı yaşındaki çocuğa anlatmışlardı. Böyle giderse dişleri eğrilip bükülecek ve ne kadar da kötü görünecekti… Bunu ona anlatmayı hiç bıkıp usanmadan denemişlerdi! Sonun da çaresizliğe kapıldıkları bir akşam babası beni aradı ve kendilerini ziyaret etmemi istedi. Oraya gittiğimde, Jimmy yine dişleri arasına aldığı başparmağını bir yandan emip bir yandan çekiştirerek yanımıza geldi.
"Jimmy," dedim, "annen ve baban, başparmağını emmen hakkında seninle konuşmamı istediler. Yani, benim hastamsın. Birinin hastası olmanın ne anlama geldiğini biliyor musun? Bunun anlamı, bu konuda başka bir doktorun ağzını açamayacağıdır. Şimdi sen benim hastam olduğuna göre baban ağzını kapalı tutacak ve sana söyleyeceklerim hakkında hiçbir şekilde konuşmayacak; bir hemşire doktorun yerine konuşmayacağı ve an nende hemşire olduğu, sen de benim hastam olduğun için o da konuş mayacak. Sadece sen ve ben varız.
"Şimdi bir şeyi açıklığa kavuşturalım. O sol başparmak, senin baş parmağın; ağız senin ağzın; dişler senin dişlerin. Bence başparmağınla, ağzınla ve dişlerinle istediğin her şeyi yapma hakkına sahipsin. Onların sana ait olduğu konusunda hemfikiriz. İstediğin şeyi yapmanı istiyorum."
Jimmy oldukça şaşırmış görünüyordu. Önce babasına, sonra annesine baktı. Yüzlerindeki şaşkın ifadeyi görebiliyordu.
Sonra babasına dönerek sordu: "Sen bir şey söyleyecek misin?"
"Hayır, söyleyecek bir şeyim yok," dedi babası.
Annesine sordum ve o da aynı cevabı verdi.
Jimmy şaşkın, ama keyifli görünüyordu.
"Sana söyleyeceğim başka şeyler de var, Jimmy," diye devam ettim. "Anaokuluna gittiğinde ilk öğrendiğin şeylerden biri, sıraya girmektir. Orada bir şey yaparken, çocuklarla sıraya girersin. Birinci sınıfa başlamadan önce sıraya girmeyi öğrenmen gerekir. Aslında, sıraya girmeyi evde öğrendin. Annen akşam yemeğinde tabaklara servis yaparken, kardeşlerinden birinin tabağına yemek koyar, sonra belki senin, belki diğer kardeşinin, belki de babanın tabağına. Her şeyi sırayla yaparız. Ama sürekli sol başparmağını emmenin ve diğer elinin başparmağına fırsat vermemenin haksızlık olduğunu sanıyorum."
Jimmy bu noktayı düşünürken derin bir nefes aldı. Sağ elinin baş parmağına da gerçekten fırsat vermesi gerektiğini düşünüyordu.
"Hep sol elinin başparmağını emiyorsun," diye devam ettim. "Ama sağ elinin başparmağı hiç emilmiyor; işaret parmağına ve diğer parmaklarının hiçbirine de bu hakkı vermiyorsun. Ama bence sen iyi bir çocuksun ve bunu bilerek yaptığını sanmıyorum. Bütün parmaklarına emilme fırsatı vermek isteyeceğinden eminim."
On ayrı parmağı sıraya soktuğunuzu düşünebiliyormusunuz? Dünyada bundan daha zahmetli bir iş düşünebiliyor musunuz? Ve Jimmy de bütün parmaklarına eşit fırsat tanımaya kararlıydı.
Ardından şöyle dedim: "Biliyorsun Jimmy, şu anda altı yaşındasın ve yakında yedi yaşında büyük bir ağabey olacaksın; ve biliyor musun, baş parmağını emen büyük bir ağabeyi ya da büyük bir adamı hiç görmedim. Bu yüzden yedi yaşına gelmeden önce bütün parmaklarını emsen iyi olur." Jimmy yedi yaşına gelmeden önce baş parmağını emmeyi bıraktı. O zamandan sonra gerçekten büyük bir ağabey oldu!

ABD'de Tıbbi Hipnoz'un kurucusu olanMilton Erickson, NLP'nin kendisini modellediği 3 kişiden birisidir.

KURU YATAKLAR

Bir anne onbir yaşındaki kızını bana getirdi. Yatağını ıslattığını duyar duymaz kızın bana hikayeyi anlatabileceğini düşünerek anneyi odadan çıkardım. Kız bana küçük yaşından beri bir mesane sorunu olduğunu, bir üroloğa göründüğünü ve beş-altı yıldır, belki de daha uzun zamandır sorununun yerleşmiş olduğunu söyledi. Yüzlerce defa düzenli olarak muayene edilmişti vezamanla enfeksiyonun böbreklerden birinde odaklandığı anlaşılmıştı. Sonra temizlenmişti ve dört yıl önce enfeksiyondan kurtulmuştu. Yüz lerce defa muayene edildiği için mesanesi ve büzgeni çok esnemişti ve her gece uykuya dalıp mesanesi gevşer gevşemez yatağını ıslatıyordu. Gün içindede, gülmediği sürece kendini güçde olsa kontrol edebiliyordu. Gülmeyle ortaya çıkan gevşeme, külo dunu ıslatmasına neden oluyordu.

Anne ve babası, böbreğinin tedavi olduğunu ve enfeksiyonunun geçtiğini düşündükleri için kendini kontrol etmesi gerektiğine inanıyorlar dı. Kendisine kötü isimler takan ve alay eden, üç yaş küçük bir kız kardeşi vardı. Bütün anneler, onun yatağını ıslattığını biliyordu. Okuldaki iki-üç bin çocuk, güldüğünde kendini tutamayıp külodunu ıslattığını biliyordu. Bu yüzden de sürekli alay konusu oluyordu.

Uzun boylu, çok güzel bir kızdı ve beline kadar uzanan sarı saçları vardı. Aslında çok çekiciydi. Ama toplum dışına itiliyor, sürekli alay konusu oluyordu ve artık buna dayanamıyordu. Komşularının acıyan bakışlarına, ço cukların ve kızkardeşinin alaylarına katlanmak zorunda kalıyordu. Yatağını ıslattığı için arkadaşlarıyla yatılı partilere katılamıyor, akrabalarında kalamıyordu. Doktora görünüp görünmediğini sordum. Çok sayıda doktora göründüğünü, tüplerce hap yuttuğunu, şişelerce ilaç içtiğini, ama hiçbirinin işe yaramadığını anlattı.

Benim de diğer doktorlar gibi olduğumu ve yardımcı olamayacağımı söyledim. "Ama sen bir şeyi zaten biliyorsun, ama bildiğinin farkında değilsin. Bildiğin şeyin ne olduğunu anladığında, kuru bir yatağa kavuşabilirsin." dedim.

Sonra ekledim; "Sana çok basit bir soru soracağım ve çok basit bir cevap istiyorum. İşte soru. Tuvalette oturmuş çişini yaparken tanımadığın bir adam kapıdan başını uzatıp içeri baksaydı ne yapardın?"

"Donup kalırdım!"

"İşte. Donup kalırdın; ve çişini yapamazdın. İşte, cevabı biliyorsun, ama bildiğinin farkında değildin. Yani, uyarıcı bir olguyla karşılaştığında, çişini kontrol edebilirsin. Tuvaletin kapısından yabancı bir adamın başını uzatmasına gerek yok. Fikrin kendisi yeterli. Durursun. Donarsın. Ve adam uzaklaştığında çişini yapmaya devam edersin.

"Kuru bir yatağa kavuşmak zor bir iş. Bunu ilk kez başarman için iki hafta geçmesi gerekebilir. Ve çişini tutup tekrar devam etmek için çok fazla alıştırma yapmalısın. Bazı günler bu alıştırmayı yapmayı unutabilirsin. Sorun değil. Bedenin sana uyacaktır. Daima sana daha fazla fırsatlar sunacaktır. Bazı günler bu alıştırmayı ya pamayacak kadar yoğun olabilirsin, ama bu da sorun değil. Bedenin sana daima bu konuda fırsatlar verecektir. Üç ay içinde sürekli bir kuru yatağa kavuşursan, çok şaşırırım. Ama altı ay içinde bunu başaramazsan da aynı derecede şaşırırım. Ve yatağı bir gece ıslatmamayı başarmak, arka arkaya iki gece ıslatmamayı başarmamaktan da ha kolaydır. Üç gece üstüste bunu başarman ise daha da zor dur. Ama sonrasında giderek kolaylaşır. Dört, beş, altı gün, hatta tam bir haftayı kuru bir yatakla geçi rebilirsin. Ve bir kez bunu başardığında, bir haftayı daha kuru geçirebileceğini bilirsin."

Kızla görüşmem bitmişti. Yapabileceğim baş ka bir şey yoktu. Onunla yaklaşık birbuçuk saat geçirdikten sonra gönderdim. Yaklaşık iki hafta sonra, bana bir armağan getirdi; inek desenli mor bir çarşaf. Artık kuru bir yatakta uyuyabiliyordu. Bu armağanı sevmiştim. Ve altı ay sonra artık arkadaşlarının, akrabalarının evinde gece yatısına kalabiliyor ve otellerde yatılı partilere katılabiliyordu. Çünkü terapisine devam edecek kadar azimliydi. Anne ve babası sabırsız olmasına karşın, tedaviye ihtiyacı olanın onlar ya da ona kötü isimler takan kız kardeşi veya onunla alay eden okul arka daşları olduğunu sanmıyordum. Ailesinin onun yatağını ıslatmaması için gayret sarfettiğini düşünüyordum. Kızkardeşi ve okul arkadaşları da bu konuda sorumlu değildi; komşuları da öyle. Babasına, annesine, kızkardeşine ya da başka birine bir şey açıklamak gerektiğini düşünmedim. Sadece zaten bildiği, ama farkında olmadığı bir şeyi ona söyledim.

Hepiniz, büyürken mesanenizi boşalttığınızda orada bir şey kalmadığını öğrenirsiniz. Ve bundan emin olursunuz. Asıl önemlisi, hepiniz çişinizi yarıda kesmenizi ve daha sonra tekrar devam etmenizi gerektiren ani durumlarla karşılaşmışsınızdır. Herkes bu deneyimi yaşamıştır; ve o bunu unutmuştu. Bütün yaptığım, zaten bildiği, ama farkında olmadığı bir şeyi ona hatırlatmaktı.

Diğer bir deyişle, terapi sırasında hastanıza birey olarak yaklaşmalı, yatağını ıslatma sorununun ailesini, kızkardeşini, komşularını ve okul arkadaşlarını değil, sadece kendisini ilgilendirdiğini vurgulamanız gerekir. Ve bilmesi gereken tek şey, zaten bildiği bir şeydir; terapinin diğerlerini ilgilendiren kısmı, kendi davranışlarına dikkat etmeleridir.

Psikoterapi, hastaya ve öncelikle sorunun kendisine odaklan malıdır. Ve şunu unutmayın; herkesin kendine has bir lisanı vardır ve bir hastayla konuşurken, kendine ait bir dille konuştuğunu bilerek dinlemeli, kendi terimlerinizle anlamaya çalışmamalısınız. Hastayı, kendi dilinde anlayın.

Kaynak
K. Zeing, A Teaching Seminar with Milton H. Erickson Jeffry

ÇOCUK SABAHA KADAR ÖLECEK

ÇOCUK SABAHA KADAR ÖLECEK
Liseden, Haziran 1919'da mezun oldum. Ağustos'da, diğer odadaki üç doktorun anneme şöyle dediğini duydum: "Çocuk sabaha kadar ölecek." (Erickson, ilk çocuk felcini yedi yaşındayken geçirmişti.)
Normal bir çocuk olarak, buna çok üzüldüm.
Doktorumuz, Chicago'dan iki danışman çağırmıştı ve onlarda anneme böyle diyordu: "Çocuk sabaha kadar ölecek."
Çıldırmıştım. Bir anneye, çocuğunun sabaha kadar öleceğini söylemek! Bu korkunç bir şeydi!
Daha sonra, annem ifadesiz bir yüzle odama geldi. Odamdaki büyük sandığın yatağımın yanında farklı bir açı da durmasını istediğim için delirmeye başladığımı sanıyordu. Onu yatağın kenarına getirdi ve tatmin olana kadar ileri geri itmesini söyledim durdum. O sandık penceremin önünü kapıyordu; ve eğer güneşin batışını görmeden ölürsem kahrolurdum! Sadece yarısını görebildim. Sonraki üç gün boyunca bilinçsizce yattım.
Anneme söylemedim. Annem de bana söylemedi.
Erickson, 1970'de kendisinden isimleri ve çocukluk anılarını hatırlamak için hafızamı geliştirmek konusunda yardım istediğimde, bana bu hikayeyi anlattı. Hemen bazı çocukluk anılarımı hatırladım; korkunç ateşli bir kızıl hastalığımı. Ama benim asıl isteğim, isimleri doğru hatırlayabilmekti. Bana dolaylı olarak bu sınırlamayı kabul etmemi söylediğini sonradan anladım. Ayrıca önerisinde, babası nın, annesinin cenazesinde yaptığı bir yorum da vardı.
"Ve annemin cenazesinde, babam bana şöyle dedi: 'Bir insanla yetmiş dört evlilik yıldönümü kutlamış olmak, harika bir şey. Yetmiş beş olsaydı çok daha iyi olurdu ama her şeye sahip olamazsın."
Bu ve önceki hikayede, yaşadığımız için şanslı olduğumuzu söylüyor aslında dolaylı olarak.
Sandık ve güneş batışından bahsederken, hayattan zevk almak konusundaki en sevdiği reçetelerden birini de veriyor: "Daima gerçek bir hedefe bak; yakın gelecektekine!" Bu durumda, hedefi güneşin batışını görmekti. Ama bu hedefe ulaşmadan önce, elbette ki engeli ortadan kaldırmalıydı. Erickson bunu kendisi yapamadığı için, annesi ne yaptırması gerekti. Fakat önemli olan şu ki, sandığı neden çektirdiğini annesine söylemedi. Eylemlerimiz için her zaman bir neden belirtmemiz gerekmez. Ama hedeflerimiz olması şarttır; yakın ve ulaşılır.
KaynakMy Voice Will Go With YouSidney Rosen, 1982, Norton Paperback (Öyküyle ilgili yorum Rosen'a aittir)

DİKKATİ DAĞITMAK

Dikkati Dağıtmak ve Acıyı Kontrol Etmek İçin "Makul Konuşmak": Robert'in Kırmızı Kanı ve On Dikiş
Birkaç yıl önce, üç yaşındaki oğlum Robert arka bah çenin merdivenlerinden düşmüş, dişlerinden biri çene kemiğini zorlamıştı. Daha sadece üç yaşında olduğu için çok korkmuştu, ve çok acı çekiyordu. Taş zemin üzerinde sırtüstü yatıyor, bu acıyı kanlar içinde hayatı boyunca çekeceğini sanarak ağlıyordu.
Annesiyle birlikte bu yaygaranın neden koptuğunu anlamak için arka bahçeye koştuk. Ağlayıp çığ lıklar atarak yerde yatan Robert'a bakarken onun bilmediği bir şeyi biliyordum: Bir çocukla konuşmanın doğru bir zamanı vardı. Onunla beni dinleyebileceği zaman konuşmalıydım. Robert, beni çığlıklar attığı sırada dinleyemezdi, ama çığlık atmaktan soluğunun kesileceğini ve ciğerlerini yeniden doldurmak için derin bir nefes alacağını biliyordum. Bu yüzden nefes almak için çığlığına araverdiğinde, "Çok acıyor, değil mi Robert?" de dim.
O anda makul konuştuğumu biliyordu. Çoğu anne baba çocuklarıyla makul bir şekilde konuşmaz. Robert'ın diğer çığlığı yine nefes almak için kesildiğinde "Acımaya devam edecek galiba," dedim. Bu tamda Robert'ı endişelendiren şeydi. Acısının sürmesinden korkuyordu, bu yüzden bir kez daha zekice konuştum.
Çığlığına nefes almak için üçüncü kez ara verdiğinde, "Acın belki de bir iki dakika içinde diner," dedim. Üç yaşındaki bir çocuğun bir iki dakika sözcüklerini duymamış olması mümkün değildi. Bunlar Robert'ın bilmediği şeyler değildi, ama ona pek ümit vermemişti.
Robert yine nefes almak için durakladığında, annesine işaret ettim ve ikimiz birden yerdeki kan izine baktık ve ben, "Annesi, bu kırmızı ve sağlıklı bir kana benziyor, değil mi?" dedim. Yerdeki kan izine bakarken Robert'ın gözleri merakla açıldı. Annesiyle birlikte Robert'ın ka nının kalitesi hakkında biraz tartıştıktan sonra şöyle dedim:
"Robert, biliyorsun, taş zeminin rengi kanının gerçekten kaliteli ve sağlıklı olup olmadığını anlamamızı güçleştiriyor. Kanına güzel ve beyaz bir yerde bakmalıyız."
Bayan Erickson ve ben Robert'ı kaldırdık, banyoya götürdük ve ağzından akan kanın beyaz renkli lavaboya damlamasını sağladık. Gerçekten ka liteli, kırmızı ve sağlıklı bir kandı. Robert da bizim kadar ilgilenmişti.
Sonra Robert'ın kanının suyla güzelce karışıp pembe renk alıp almayacağını merak ettim. Robert'ın yüzünü yıkadım, nitekim kanı pembe rengini almıştı.
Sonra Robert'a kötü haberi verdim. "Sen ona kadar sayı sayabiliyorsun. Aslında doktor dudağına dikiş atarken yirmiye kadarda sayabilirsin. Ama sana yirmiye kadar sayma şansı vereceğini sanmıyorum. On dikiş atacağını bile sanmam. Ama sen yine de saymaya devam et ve on tane dikiş atıp atamayacağına bir bak bakalım."
Böylece Robert doktora aklında muhteşem bir hedefle gitti: O dikişleri sayacaktı! Doktorun muayenehanesine vardığımızda cerrah, "Ona lokal ya da genel bir anestezi yapmak istemiyorum," dedi.
Bayan Erickson, "Hemen dikiş atıp işi bitirin," diyerek talimatını ver di.
Ve cerrah Robert'ın yarasını dikmeye başladığında o da görev bilinciyle saymaya başlamıştı: "Bir… iki… üç…"
Robert'ın dudağına yalnızca yedi dikiş atıldı. Cerrah bir Robert'a bir annesine bakıp duruyordu. (Üç yaşındaki bir çocuğun, dudağına da ha fazla dikiş atılmasını istemesine bir anlam ve rememişti!)
KaynakHealing in Hypnosis - Rossi, Milton H. Erickson, 1983.

ALTIN MADALYA

Donald Lawrence ve Altın Madalya
Donald Lawrence tüm bir senedir gülle atma antremanları yapıyordu. Lisesindeki koç, gönüllü olarak ona bir sene boyunca her gece koçluk yapmıştı. Donald, 1.98 cm boyunda, 118kg ağırlığındaydı ve vücudunda bir gram bile yağ yoktu. Koçun gülle atıcılığında ulusal lise rekorunu kırmak gibi bir tutkusu vardı. Senenin sonunda liseler arası yarışmaya iki hafta kalmıştı veDonald gülleyi ancak 17 m 68 cm uzağa atabiliyor du - rekorun yanına bile yaklaşamayan bir me safe.
Bu konu babasının ilgisini çekmişti. Donald'ı beni görmeye getirdi. Donald'a oturmasını ve transa girmesini söyledim. Ona elinin yavaşça havaya kalktığını hissetmesini ve her tarafındaki kaslarını hissetmeyi öğrenmesini ve sonra bir dahaki sefere gelmesini, transa girmesini ve beni dinlemesini söyledim. Ona bir millik koşu rekorunun dört dakika olduğunu, uzun yıllar boyunca bunun böyle kaldığını ve bu rekoru Roger Bannister'ın kırdığını bilip bilmediğini sordum. Ona, Bannister'in bunu nasıl yaptığını bilip bilmediğini sordum.
Dedim ki: "Şey, sporun her dalıyla alakadar olan Bannister, farkına vardı ki bir kayak turnuvasında saniyenin yüzde biri kadar, saniyenin onda biri kadar bir zaman farkıyla kazanabilirsin ve sonra farkına varmaya başladıki dört dakika 240 saniyedir. Eğer bu mesafeyi 239.5 saniyede koşabilirse dört dakikalık bir mil rekorunu kırabilirdi. Bunu enine boyuna düşünüp dört dakikalık bir mil rekorunu kırdı.
Ve dedim ki: "Gülleyi zaten 17m 68cm uzağa attın. Ve Donald, bana dürüstçe söyle 17m 68cm ile 17m 68.2cm arasındaki farkı bildiğini sanıyor musun sen?"
"Tabi ki hayır" dedi.
"17m 68cm ile17m 68.4cm arasındaki farkı?"
"Hayır" dedi.
Ve 17m 68cm ve 17m 98.5 cm'ye yükselttiğimde hala bir fark göremiyordu. Olasılığı yavaşça yükselttiğim birkaç seans daha yaptım. Ve iki hafta sonra ulusal lise rekorunu kırdı.
Ve o yaz gelip dedi ki: "Olimpiyatlara gidiyorum, biraz tavsiye ye ihtiyacım var."
Dedim ki: " Gülle atıcılığında olimpiyat rekoru 18m 90cm'nin biraz altında. Sadece 18 yaşında bir çocuksun. Evine bronz madalyayla dönmen yeterli olacaktır. Ve gümüş ve altın madalyayı getirme. Çünkü o zaman kendine karşı yarışıyor olursun. Bırak altınla gümüşü Perry ve O'Bryan alsın."
Perry ve O'Bryan aynen öyle yaptılar ve Donald evine bronz madalyayla döndü.
Sonra olimpiyatlar Mexico City'deydi. Donald geldi ve dedi ki: "Me xico City'ye gidiyorum.
Dedim ki: "Dört yaş büyüdün Donald, eğer altın madalyayı alırsan bir sorun çıkacağını sanmıyorum." Ve eve altın madalyayla dön dü.
Tokyo'ya gidiyordu ve "Tokyo'da ne yapacağım" diye sordu.
Dedim ki: "Atletik başarıların büyümesi zaman ister. Yine altın madalyayı al."
Eve altınla döndü ve dişçilik okumak üzere üniversiteye kaydoldu. Oradayken, katılmak istediği iki yarışma için gerekli şartlara sahip olduğunu öğrendi. Gelip dediki: "Kolej müsabakaları yaklaşıyor; resmi bir yarışma. Gülle atıcılığı konusunda ne yapacağım?"
Dedim ki: "Donald, insanlar kendilerini kısıtlıyorlar. Olimpiyatlarda gülle atıcılığında insanlar yıllar boyu kendilerini 18m 90cm'nin altında yapmak üzere kısıtladılar. Dürüst olmak gerekirse bir güllenin en fazla ne kadar uzağa fırlatılabileceğini bilmiyorum. 18m 90cm'den uzağa fırlatılabileceğinden eminim. Hatta acaba 21m 34cm uzağa fırlatılabilirmi diye merak ediyorum. O zaman niye rekoru kırıp 18.9 - 21.34 ara sı birşeyler yapmıyorsun?" Sanırım gülleyi 20m uzağa atmayı başarmıştı.
Bir dahaki sefere geldi ve sordu: "Şimdi ne ya pacağım?"
Dedim ki: "Gülleyi 20m uzağa atarak yılların rekorunun son derece yanlış olduğunu kanıtladın. Ve bu sadece ilk denemeydi. Bak bakalım bir daha ki sefere 21m 34cm'ye ne kadar yaklaşabiliyorsun.
Donald "Peki" dedi.
Gülleyi 20m 98cm uzağa attı.
Texas A&M'in koçuna Donald Lawrence'ı ve onu nasıl eğittiğimi anlattım. Koç dikkatle dinledi ve dedi ki; "Ben de gülle atışı için Masterson'u eğitiyorum."
Koç, Masterson'a Donald Lawrence'ı nasıl yetiştirdiğimi anlattığında Masterson; "Eğer Erickson rekoru kırması için Donald Lawrence'ı böyle eğittiyse bende gülleyi Donald Lawrence'dan ne kadar daha uzağa atabileceğime bakacağım" dedi.
21m 34cm uzağa atmayı başardı. Sanırım şimdiki rekor 21m 44cm.
Erickson golfe geçiyor:
Aslında golfte topu birinci deliğe sokarsın ve ikinci deliğe doğru vuruşla ulaşmaya çalışırsın. Sonra şu soru akla gelir: "Üçüncü delik söz konusu olduğunda topa ilk ikisinde olduğu kadar iyi vurabilir misin?" Bu yüzden her delikte sanki o ilk delikmiş gibi dü şünürsün. Bırak kaçıncı delik olduğunun hesabını golf sopalarını taşıyan çocuk tutsun.
Bir yarışmacı bana gelip dedi ki: "70 - 75 arası bir puan tutturuyorum ve profesyonel golfçülüğe geçmeden önce eyalet şampiyo nasını kazanmak istiyorum. Arizona amatörlerarası şampiyonasını kazanmak istiyorum. Ama katıldığım her turnuvayı 90'larda bir skorla sonuçlandırıyorum. Tek başıma oynadığımda ise 70'lere kadar inebiliyorum.
Onu transa soktum ve dedim ki; "Sadece birinci deliği oynayacaksın. Tek hatırlayacağın bu olacak. Ve golf sahasında yalnız olacaksın."
Bir sonraki eyalet turnuvasına katıldı. Onsekizinci delikten sonra sonra bir başka deliğe doğru yürümeye başladı ve biri onu durdurup: "Onsekizinci deliği de oynadınız" dediğinde, "Hayır, daha birinci deliği oynadım" dedi. Sonra da; "Bütün bu insanlar nereden geldi?" diye sordu.
Erickson'un telkin vermek için gerçekleri kullanma şekline dikkat edebiliriz. "Dört yaş büyüdün Donald, altın madalyayı alırsan bir sorun çıkacağını sanmıyorum." Birinci önerme doğrudur, önermenin ikinci kısmı ise doğru olabilir ya da olmayabilir. Yan yana koyarak, Erickson bu ikisini eşitliyor. Donald'a eve bronz madalyayla dönmesini telkin etmesi çok güçlü bir kontrole sahip olduğunu gösteriyor-kesin bir kontrole. Bu tip bir kontrolü sağlamış olmak yarışmada birinci olmaktan bile iyi. Dört yıl sonra Erickson, Donald'ın altın madalyayı almasının sorun olmayacağını önerdiğinde bunun olacağını daha önce sergilenen kontrol gösterilerinde tahmin etmiştik. Son olarak, bu öyküde Donald Lawrence'ın gerçek bir karakter olduğunu ve gerçekten de olimpiyatları kazandığını hatırlamamız diğer öykülerde olduğundan daha önemli. Sadece ismi ufak detaylarla birlikte gizli tutulmuştur. Bu tip bir faydalı etki ne teorik ne de Erickson'un hayalinin bir ürünüdür. Donald adım adım gelişmiştir. Erickson işe ona zaten bildiği birşeyi hatırlatarak başladı. Roger Bannister, dört dakika olan bir mili koşma süresi rekorunu kırmıştı. Bannister bunu nasıl yapmıştı? Düşünce şeklini değiştirerek. Dört dakikayı 240 saniye olarak düşündü böylece dakikalar yerine saniyelerle uğraşabilirdi. Erickson'un stratejisinin sonraki adımı Donald'ın olayları düşünüş şeklini değiştirmekti. Bir kere Roger Bannister gi bi düşünce tarzını değiştirdiğinde fizyolojik engelin üstesinden gelmiş oluyordu. Erickson ayrıca ufak bir değişiklik yapıyor -17m 68cm ile 17m 68.2cm arasındaki fark. Küçük bir değişiklik yapıyor ve diğer şeyleri onun üzerine inşa etmeye başlıyor.
Her problem yanında bir geçmiş ve gelecek taşır. Erickson'un farkettiği şu ki geçmişi aradan çıkarır ve geleceği değiştirirseniz problemin üçte ikisini değiştirirsiniz. Bu yüzden her deliği birinci gibi düşünürseniz geçmişten kaynaklanan endişeleriniz olmaz. Geçmişi aradan çıkarmışsınızdır ve geleceği değiştirebilirsiniz çünkü gelecek sadece pozitif beklentilerden oluşacaktır.
Bu iki öykü bana; bir diğer kişiye olan bağımlılığın, insanın kendi becerilerini ve sınırlarını genişletmesi demek olduğu fikrini hastalarıma ifade ederken çok yardımcı olmuşlardır. Bu, onlara sadece diğer birçok insanın söylemiş olduğu gibi ayakları üzerinde durmayı öğrenmeleri gerektiğini söylemekten çok daha anlamlıdır.

Kaynak:My voice will go with you. Sidney Rosen Öykü ile ilgili yorum Rosen'a aittir. (E.N.)Çeviri: Ali Can Azeri

Cathy'nin Korkunç nakaratı

Acı Kontrolünde Direnci Kullanabilmek: Cathy'nin Korkunç Nakaratı

Bu gece size resmi bir konferans vermeyeceğim. Bunun yerine hipnozun nasıl başarılı biçimde kullanıldığına ilişkin örnekler sunacağım. Vermek istediğim ilk örneklerden biri, 11, 9 ve 7 yaş larında üç çocuk annesi, 36 yaşında kanserden ölen bir kadınla ilgili. Cathy bana bir hasta olarak geldi ve onu gönderen doktor, bana şu bilgileri verdi: "Hastam için ameliyat, X ışını tedavisi, implantasyon ve her tür uyuşturucu yoluna başvuruldu. Ama hiçbiri acısını kesmekte başarılı olamadı. Kalan kısa zamanında onu biraz rahatlatmak için hipnoz yöntemini kullanır mısın?" Bu hastayı evinde ziyaret ettim. Oturma odasına girdiğim anda, yatakodasından gelen korkunç nakaratı duydum: "Canımı yakmayın… canımı yakmayın… canımı yakmayın… beni korkutmayın… beni korkutmayın… canımı yakmayın… beni korkutmayın… beni korkutmayın… canımı yakmayın!…"
Yakınlarına sorunca, uyanık olduğu sürece Cathy'nin bu kelimeleri sürekli tekrarladığını öğrendim. Onu dinlemek kesinlikle berbattı. Kendime, böyle davranan bir hastaya ne tür bir hipnoz tekniği uygulamam gerektiğini sordum.
Hastaya Kendini Emniyette Hissettirmek ve Dikkatini Çekmek İçin Ona Katılmak
Yatakodasına girdiğimde, Cathy'yi sağ tarafa dönük, büzülmüş, gözleri kapalı halde kelimeleri tekrarlarken buldum. Yirmi-otuz dakika kadar onu dinledim ve kelimelerin ritmini, vurgulamalarını yakalamaya çalıştım. Uyum sağlayacak kadar dinledikten sonra ben de ona şu kelimelerle katıldım: "Canını yakacağım, canını yakacağım, canını yakacağım; seni korkutacağım, seni korkutacağım, canını yakacağım."
Yanında kaldım ve Cathy ile birlikte on dakika kadar nakaratı söylemeye devam ettim. Sonunda gözlerini açtı, bana baktı ve sordu: "Neden canımı yakmak istiyorsun?"
"Sana yardım etmek istiyorum," dedim.
Nakaratını söylemeye devam etti; ben de kendiminkini.
Birkaç dakika sonra Cathy tekrar sordu: "Canımı nasıl yakacaksın?"
"Bilmen gereken bir şeyi öğreterek," dedim.
Nakaratını söylemeye devam etti; ben de kendiminkini.
Birkaç dakika daha geçtikten sonra ne planladığım konusunda bana yine sorular sordu; canını nasıl yakacağımı öğrenmek istiyordu.
"Çok basit," diye açıkladım. "Sağına dönmüş ve büzülmüş halde yatakta yatıyorsun. Ben de seni öbür tarafa çevireceğim. Ama vücudunu kıpırdatmadan; sadece zihnindeki yatakta. Bunu düşün. Kollarını nasıl kıpırdatacağını, omuzlarını nasıl kıpırdatacağını, bacaklarını nasıl kıpırdatacağını, vücudunu nasıl kıpırdatacağını düşün; bunların hepsini zihninde yaptıktan sonra da bana söyle."
Cathy nakaratına geri döndü ve bende kendiminkiyle ona katıldım. Bu onu yatakta dönme konusuna geri getirecekti.
Sonunda "Tamamen döndüm," dedi.
"Pekâlâ," dedim. "Şimdi canını biraz daha yakacağım. Diğer tarafa dönmeni istiyorum." Zihinsel olarak diğer tarafa döndü.
Yine sordu: "Şimdi bunu neden yaptın?"
"Sana bir şey öğretmek istiyorum," dedim. "Canını yakabildiğimi, ama canını yakabiliyorsam aynı şekilde canını yakmayı kesebileceğimi de öğretmek istedim. Ve eğer canını yakmayı kesebiliyorsam, kendi canını yakmanı da kesebilirim."
Bu ona güzel bir fikir gibi görününce, doktorunun onun hakkında bana anlattıklarından bahsettim.
"Evet," dedi, "on ay içinde öleceğim ve ölmek istemiyorum; ayrıca canım çok yanıyor. Bu konuda hiçbir şey yapamadılar. Bana ilaç veremiyorlar. Benim için hiçbir şey yapamıyorlar."
"Ben bunun için buradayım," dedim. "Bu konuda bir şey yapmak için. Seni korkutarak, canını yakarak başladım ve sen de artık biliyorsun, çok iyi biliyorsun ki, sana ve senin için bir şeyler yapabilirim."
Bu oldukça karmaşık görünebilir, ama bu olay ona ve belki onun için bir şey yapabileceğimi Cathy'ye öğretmişti.
Ardından hastalığıyla ilgili onunla konuştum. Sağ göğsü ameliyatla alınmıştı, ama kanserin bütün vücuduna yayılması önlenememişti; leğen kemiğine, omurgasına… bacaklarına.
Yeni Düşünceleri Alması için Zihni Karıştırmak ve Dolaylı Acı Kesimi
Ona öğreteceğim bir sonraki şeyin kolayca anlayamayacağı bir şey olduğunu, ama ondan istediğim şeyleri tam anlamıyla yapana kadar beni dinlemesi gerektiğini söyledim. Ona sağ ayak tabanında hayatında şimdiye dek hissettiği en berbat, en korkunç kaşıntıyı oluş turmasını söyledim.
"Bunu neden yapayım?" diye sordu.
"Çünkü," dedim, "burada doktor benim ve sen hastamsın. Devam et ve o kaşıntıyı oluştur."
Kaşıntıyı yaratmak için uğraştı, uğraştı ve sonunda bütün çabalarına karşın sağ ayağının tabanında sadece bir uyuşma hissi oluşturabildiğini söyleyerek özür diledi. Hemen o anda, orada o uyuşmayla ilgilenmeye başladım.
(Bu nasıl oldu?) Neden yaptırdığımı anlamadan ayağında kaşıntıyı oluşturmaya çalışırken, kafası karıştı ve zihni ona söyleyeceğim her şeyi almaya açık bir hale geldi. Bu yüzden hissettiği anda o uyuşmaya yöneldim.
"Cathy," dedim, "o uyuşmayı incelemeni istiyorum, çünkü ona bir şey olacak. Bileğine, baldırına, kaval kemiğine ve dizine doğru yayılacak. Dizinin üzerine çıkarak kalçana ulaşacak ve karnının ortasından geçip dönerek sol bacağına yayılacak ve sol ayak tabanına kadar uzanacak."
O trans denemesinde Cathy sol bacağını da sağ bacağı gibi uyuşturmayı başardı.
Kendini oldukça rahatlamış hissediyordu ve acısı azaldığı için memnundu, ama bundan sonra ne yapacağı sorusu ortaya çıkmıştı.
"Cathy," diye başladım, "şimdi bu uyuşmayı üst bedenin sol ve sağ tarafına yayacağız. Sağ ayağınla başladık. Belki bedeninin soltarafıyla başlamak adil olabilir."
Bedeninin sol tarafıyla çalışmak istiyordum; çünkü ur sağ göğsünde olduğundan, dikkatini sol tarafa vermek yararlı olabilirdi. Yavaş bir şekilde bir uyuşma sağladım, bunu giderek omzuna doğru yaydım. Sonra uyuşma sağ tarafına geçti ve bir bölge dışında bileğine kadar bütün sağ tarafını sardı. Ve bu uyuşma sayesinde hastalığının acısını azaltabilmeme karşın bir açıdan hatalı davrandığımı söyleyerek özür diledim. Ameliyat izinin bulunduğu yerdeki acıyı dindiremeyecektim. Bütün acıyı silmek yerine, yapabileceğim en iyi şeyin ameliyat izinin bulunduğu bölgede rahatsız edici, sevimsiz bir sivrisinek ısırığı bırakabileceğim olduğunu söyledim. Son derece rahatsız edici bir şey olacaktı; kendini çaresiz hissedeceği bir şey; durdurmak isteyeceği bir şey. Ama dayanılır olacaktı ve bu noktayı Cathy'nin zihnine kazıdım. Her şeyi tamamlamam dört saatimi aldı.
Cathy'yi ilk kez 26 Şubat'da ziyaret etmiştim. Onu bir daha birkaç hafta sonra Mart ayında bir saat gördüm. Mart'ın sonuna doğru yaklaşık bir saat daha yanında oldum ve Nisan'da da onunla yaklaşık yirmi dakika geçirdim.
Bir seansta, Cathy'ye daha fazla yemesi gerektiğini, aksi taktirde hızla kilo kaybedeceğini söyledim ve bifteklerin ne kadar lezzetli olduğunu açıklamak için oldukça uzun denebilecek bir süre yanında kaldım. İyi bir damak zevki edindi ve yanından ayrıldığımda biftek kızartmak için kendine bir ortak bulmuştu.
Temmuz'a kadar Cathy'yi bir daha görmedim ve fazla ömrü kalmadığını biliyordum. O pe rasyon bölgesindeki sinek ısırığı dışında ağrısı yoktu. Ağustos'un ilk haftasında bilincini kaybedip iki saat sonra öldüğünde, Cathy bir arkadaşıyla sohbet ediyordu.
Gelin bu olayı bir inceleyelim. Cathy'yle iletişim kurmak zorundaydım, ama önüme korkunç bir engel örüyordu. Ona yaklaşabilmemin tek yolu, kendisine katılmak ve böylece dikkatini çekmekti. Zihnini acıdan uzak tutmak için bir nakarat tutturuyordu ve acısını kimseyle paylaşamıyordu; ama zorla da olsa benimle paylaşmasını sağladım. İnsanlar şarkı söyler, sızlanır ya da homurdanır; bu, acıyı bir şekilde kafalarından atmalarını sağlar. Cathy tam olarak bunuyapıyordu. Ben de ona katıldım. Söylediğim, benim nakaratım değildi; onunkiydi. Ve "Canını yakacağım, seni korkutaca ğım" derken, ne demek istediğimi sorgulamak zorunda kaldı.
Ardından, kendisi için bir şey yapabileceğimi Cathy'ye vurgulamak istedim. Bana göre içeri girip "Hastalığından kaynaklanan acıyı azaltabilirim" demek çok aptalca bir şey olurdu. Hiçbir doktor acısını azaltmayı başaramamıştı; biliyordu. Ona iki ay vermişlerdi ve tamamen bir yabancı olarak yanına gelip "Seni acıdan kurtarmak için hipnotize edeceğim" demem kesinlikle işe yaramazdı. Bunun yerine, ona canını yakabileceğimi ve bunun çok doğal olduğunu gösterdim. Bunun yapılmasını istemeyecekti. Kendini çaresiz hissediyordu. Canını yaktım. Ona göstermek istediğim, ona yapabileceğim şeyler karşısında çaresiz olduğuydu.
Gerçekçi Acı Dindirme: Acının Yokluğunu Vurgulamak için Yerine Kaşıntı Bırakmak
Ardından sol ayağının tabanında bir kaşıntı oluşturmasını istedim; operasyon bölgesinden olabildiğince uzakta. Ve elbette, böyle bir şeyi başarmak yerine sadece uyuşturmayı başarabildi. Şimdi, hastanın asıl istediği neydi? Kaşıntımı, yoksa uyuşma mı? Uyuşmayıyaratan kendisiydi ve ben de o uyuşmayı kullanarak bütün vücu duna yayacak kadar zekiydim; yine hasta bölgeden olabildiğince uzak tutarak önce bacaklarına yayıp, oradan göğsüne çıkararak.
Doktorların hastalarında sık tekrarladıkları fazla ağzı sıkı olma ve bir şeylerin üzerini örtmeye çalışma hatasına düşmedim. Cathy öleceğini biliyordu ve canı yanıyordu; acısını hafifletmem gerekiyordu. H ayatının geri kalanında-26 Şubat'dan Ağustos'un ilk haftasında öldüğü günedeğin-o kadar yoğun acıyı ortadan kaldırabilmişken neden küçük bir kaşıntıyı gideremediğimi Cathy merak etmiş olabilir. Bu, Cathy'nin düşünmesini istediğim bir şeydi. Acının çok büyük bölümünün silindiği ve geride kalan küçük kaşıntıya da yanılabileceği gerçeğini zihnine iyice kazımasını is tiyordum.

Milton Erickson ABD'de tıbbi hipnozun kurucusu olup NLP'nin kendilerini modellediği 3 kişiden biridir.

Eflatun'dan..

Eflatun'a iki soru sormuşlar.Birincisi;"İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nedir?"Eflatun tek tek sıralamış:- Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne varki çocukluklarını özlerler...- Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler, sonra sağlıklarını geri almak için para öderler...- Yarından endişe ederken bugünü unuturlar. Dolayısıyla ne bugünü ne de yarını yaşarlar...- Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler...Sıra gelmiş ikinci soruya;"Peki sen ne öneriyorsun ?"Bilge yine sıralamış:- Kimseye kendinizi "sevdirmeye" kalkmayın! Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi "sevilmeye" bırakmaktır...- Önemli olan; hayatta "en çok şeye sahip olmak" değil "en az şeye ihtiyaç duymaktır".Eflatun

DONANIM

En büyük insanların sahip olduğu nimetlere; iki kola, iki ele, iki göze ve bilge olmana yardım edecek bir beyne sahip olduğunun farkına var, oğlum. İnsanlar bu donanımla başladılar ve “Yapabilirim” dediler. Onları incele; bilge ve yüce olanlar, senin kullandığın kaplardan yemek yer, benzer çatal ve bıçakları kullanır; ayakkabılarını benzer bağcıklarla bağlar, dünya onları yürekli ve akıllı görür. Yola koyulduklarında sahip oldukları her şeye sen de sahipsin. İstersen sen de başarabilir, galip gelebilirsin. Seçeceğin savaş için yeterli donanımın var; kullanacak kolların, ellerin ve beynin var. Büyük işler başarmış kişiler da yaşamlarına senden daha ileride başlamadılar. Yüzleşmen gereken engel kendinsin, yerini seçmesi gereken sensin; nereye gitmek istediğini, ne kadar öğrenim göreceğini ve hangi gerçeği bulmak istediğini kendin seçmelisin. Tanrı seni yaşam için donattı, ama sana, ne olmak istediğine karar verme olanağı tanıyor. Yüreklilik, insanın ruhundan gelmedi; insan kazanma arzusunu yüreklilikle bezemeli. Öyleyse, oğlum, büyük insanların başlangıçtaki durumlarından bir farkın olmadığını anla; onlar da senin sahip olduğun donanımla yola çıkmışlardı. Gücünü toparla ve “Yapabilirim” de.

EDGAR GUEST

ÖZSAYGIMIN İLANIDIR

Ben eşsizim. Dünyada tümüyle benim gibi olan kimse yok. Bazı yönleri benzeyen kişiler var, ama kimse aynı değil. Dışavurduğum her şey bana özgü, kendi seçimim. Kendimle ilgili her şey benim: ... Sergiledikleriyle vücudum; düşünceleriyle aklım; gördüğü imgelerle gözlerim; kızgınlık, sevinç, hüsran, sevgi, ümitsizlik, heyecan gibi duygularım; yüksek ya da alçak sesim; kendime ve başkalarına yönelik eylemlerim;düşlerim, umutlarım, korkularım bana ait. Utku ve başarılarımı, bozgun, başarısızlık ve hatalarımı sahipleniyorum. Bunun için de kendimi tanıyabilirim. Kendimi sevebilir ve benliğimle barışık olabilirim. Tüm benliğimi, kendim için en iyi olanı yaratmaya çalışabilirim. Biliyorum; bazı yönlerim beni açmaza sokuyor, bazılarının da farkında değilim. Ama kendimle barışık olduğum ve sevgiyle yaklaştığım sürece, açmazları çözebilir ve kendimi daha iyi tanıma yollarını yüreklice ve umutla arayabilirim. Belli bir anda nasıl görünürsem, ne söylersem, ne yaparsam, ne düşünürsem, ne hissedersem, bu benden başkası değil. Bu durum tümüyle bana özgü ve o anda bulunduğum konumu simgeliyor. Nasıl göründüğümü, ne söyleyip yaptığımı, ne düşünüp hissettiğimi gözden geçirdiğimde tablonun bazı yönleri uygun gelmeyebilir. Uygunsuz bölümleri atıp uygun olanları koruyarak yoluma devam eder ve attıklarımın yerine yeni şeyler katabilirim. Görüp duyabiliyor, hissedip düşünebiliyor, konuşabiliyor ve çaba harcayabiliyorum. Ayakta kalmak, insanlara yakın olmak, üretken olmak, çevremdeki insanlar ve nesneler dünyasından anlam çıkarmak için gereken araçlara sahibim. Benliğimi sahipleniyorum ve kendimi sürekli geliştirebilirim. Bu benim yaşamım ve ben eşsizim.
VIRGINIA SATIR

KENDİNİ ADAMAK

"Kişi kendini adayana kadar –geri çekilme olasılığını içeren– kararsızlık hüküm sürer. Bu her zaman verimsizliğe yol açar, girişimciliği ve yaratıcılığı olumsuz yönde etkiler.. Temel bir gerçek vardır ki, bunun yadsınması sayısız düşünceyi ve harika planları öldürür; kişi kendini bir amaca adadığında, evren onunla işbirliği yapar. Başka türlü asla oluşmayacak güçler ortaya çıkarak kişiye yardım eder. Kişinin verdiği karar sonucunda, kendini destekleyen bir olaylar zinciri gerçekleşir; aklının ucundan bile geçmeyen her türlü beklenmedik olay ve yardımla karşılaşır. Düşleyeceğiniz her şey için yola koyulabilirsiniz. Yüreklilik; içinde zekayı, gücü ve büyüyü barındırır. Hemen başlayın.” (Goethe)

KİŞİSEL MÜKEMMELİK ANDI

KİŞİSEL MÜKEMMELLİK ANDI !

Ben, dünyaya geldiğim genetik yapıyla yaşamımı oluşturan tüm deneyimlerin bir toplamıyım. Bu deneyimlerin bazıları iyi, bazıları kötü; ama hepsi benimdi. Şu anda, olmayı hak ettiğim kişiyim. Yaşamım, konumum ve çevreme olan etkim, yaptığım seçimlerin bir yansımasıdır. Eğer tümüyle olabileceğim kişi değilsem, bu, daha yükseğe ulaşmayı seçmediğim içindir. Değiştiremeyeceğim geçmişte yaşamamaya ya da garantileyemeyeceğim geleceği bekleyerek zaman yitirmemeye ve –tüm sahip olduğum şey olan- ŞİMDİ’nin gerçekliğinde yaşamaya kararlıyım. Her şeyi beceremeyebilirim, ama bazı şeyleri yapabilirim. Elbette her şeyi iyi yapamayabilirim, ama bazı şeyleri pekala iyi becerebilirim. Kazanacağımı garanti edemem, ama şunun için söz verebilirim :

Kaybetmenin yaşamımda bir alışkanlık haline gelmesine izin vermeyeceğim ve eğer kaybedersem, bu, yürekliliğimi kaybetmek anlamına gelmeyecek. Böylece yaşamı dimdik ve yüreklilikle karşılayacak; onu tüm benliğimle duyumsayacak, büyük düşünecek ve tüm varlığımla çabalayacağım. Başaracaklarım belki insanlık tarihinin yönünü değiştirmeyecek, ama girişimlerim kendi yazgımı değiştirecek. Kendimi, bu sözü gerçeğe dönüştürmeye adıyorum.

JOHN COMPERE

BAŞARININ SIRRI

Kendi İlham Kaynağınız Olmak İçin

Başarının asıl sırrı coşkudur. Evet, burada, heyecanı da aşan coşkudan söz ediyorum ben. Çünkü coşkulu olduklarından başarı destanları yazabilirler.
Coşkuluysanız her engeli aşabilirsiniz. Coşku, gözünüzdeki ışıltı, yürüyüşünüzdeki salınım, elinizin kavrayışı, arzunuzun karşı konulmaz yükselişi ve yeni düşünceler üretme enerjinidir.
Coşkulu kişiler büyük savaşçılardır. Azimlidir ve sarsılmaz değerleri vardır. Tüm gelişmelerin temelinde coşku yatar. Coşku olduğunda başarı muhakkak gelir. Coşkunun yokluğunda ise ancak mazeret vardır.

WALTER CHRYSLER

BAŞARILAMAZ OLAN

Biri bunun başarılamayacağını söyledi, ama o, gülerek yanıt verdi: “Belki başarılamaz”, ama deneyene kadar, başarılamayacağını kabul etmeyecekti. Böylece, yüzündeki gülümsemeyle işe koyuldu. Kafasına koyarsa yapardı, biliyordu. Başarılamayacak olan şeyle uğraşırken şarkılar söyledi ve başardı. Biri alay etti: “Ha ha, bunu asla başaramayacaksın; en azından şimdiye kadar kimse başaramadı.” Ama o ceketini ve şapkasını çıkardı. İlk gördüğümüz şey, hiç tereddüt etmeden, yüzündeki gülümsemeyle kolları sıvamasıydı. Başarılamayacak olan şeyle uğraşırken şarkılar söyledi ve başardı. Sana başarılamayacağını söyleyecek binlerce insan var. Felâket tellallığı yapacak binlerce insan var. Seni yutmayı bekleyen tehlikeleri, sanan birer birer gösterecek binlerce insan var. Ama yüzündeki gülümsemeyle, ceketini çıkar ve yola koyul.

“Başarılamayan” şeyle uğraşırken şarkılar söyle ve başar.

EDGAR A.GUEST

ALMAK VE VERMEK

Suya bakarken gülümseyişim, yaşamın engin ve vahşi denizinde çok uzaklara yelken açtı; ama sayabileceğimden çok fazlası yüzerek bana geri geldi. “Kara bulutlar kaybolacak” diye fısıldayarak birinin elini sıktım; bütün gün yaşamımın kutsandığını duyumsadım.
En çok gereken yere bir mutluluk düşüncesi gönderdim; ve çok geçmeden büyük bir sevinçle doldum. Güç bela kazanıp biriktirdiğim azıcık altını akıllıca paylaştım; ve çok geçmeden yüz katına çıkarak bana geri geldiğini anladım. Bir miktar çabayla, birinin tepeye tırmanmasına yardım ettim; yepyepi bir dostluk gibi, çok değerli bir şey elde ettim.
Her sabah uyandığımda, nasıl başarabileceğimi düşünüyorum; “önce hizmet ederek,” diyorum, biliyorum ki ben, verdikçe alıyorum.

THOMAS GAINES

AYNADAKİ ADAM

Kendini kanıtlamaya uğraşında istediğini elde ettiğinde ve dünya seni baş tacı yaptığında, aynaya gidip kendine bir bak, ve O adama kulak ver. Çünkü senin hakkında hüküm vermesi gereken, baban, annen ya da eşin değil, yaşamında en belirleyici olan, aynadan sana bakan kişidir. Bazıları, senin iyi bir arkadaş ve harika birisi olduğunu söyleyebilir. Ama aynadaki adam sana bir serseri olduğunu söyleyecektir, gözlerinin içine bakamıyorsan eğer. Asıl memnun edilecek kişi odur; gerisini boş ver. Çünkü bu yolculuğun sonuna kadar seninle olan odur. Aynadaki adam dostunsa eğer, en tehlikeli ve zor sınavı başardın demektir. Yaşam yoluyla herkesi kandırabilir, ardından övgüler, tebrikler alabilirsin; ama aynadaki adamı kandırdıysan, sonunda elde edeceğin, acı ve gözyaşıdır.
YAZARI BİLİNMİYOR

BÜYÜK DÜŞLER KURUN

Fark yaratma yürekliliğini gösterme ve gerçekten yapmaya değer bir şey yapma zamanı gelmiştir. Mutlaka büyük bir amaç değil, ama yüreğinizde tutuşan herhangi bir şey; arzunuz, düşünüz olan bir şey için... Yeryüzündeki günlerinizin, değerli ve anlamlı geçmesi kendinize olan borcunuzdur. Yaşamın tadına varın. Var gücünüzle hedefe odaklanın. Gerinin.

Büyük Düşler Kurun. Değerli şeylerin, pek kolay elde edilmediğinin bilincinde olun. İyi günler olacak. Herhalde kötü günler de olacak. Kendi kabuğunuza çekileceğiniz, tasınızı tarağınızı toplayarak teslim bayrağını çekmek isteyeceğiniz zamanlar olacak. Bunlar, aslında, kendinizi zorladığınızı, öğrenmek ve gelişmekten korkmadığınızı gösterme fırsatlarıdır. Azimle Devam Edin. Bir düş, kararlılık ve doğru araçlarla büyük işler başarabilirsiniz. İçgüdülerinizin, aklınızın ve yüreğinizin size yol göstermesine izin verin. Güvenin. İnsanoğlunun olağanüstü gücüne ve bu güçle gerçekten fark yaratabilecek işler başarabileceğine inanın. Çok çalışmanın, neşelenmenin ve umut etmenin, insanlara elini uzatmanın ve “seni seviyorum” demenin sürekli dostlukların, yolunuza çıkacak fırsatların gücüne inanın. Yeni bir başlangıç, harika bir şey gerçekleşeceğinin umudunu simgeler. Böylece her şey mümkündür. Siz bir tanesiniz. Ve bu yoldan bir kez geçeceksiniz. Düşünüzü yaşayın! Fark yaratın!

JOYCE GIULA

BÜYÜK BİR YÜREKLİLİKLE ÇABALAYIN

Asıl saygıya değer olan, eleştiren kişi değildir; güçlü adamın nasıl tökezlediğine ya da işi yapanın eksik olduğu noktaya dikkat çeken de değildir. Saygınlık, gerçekten meydanda olan, yüzü toza toprağa, tere ve kana bulanmış, yiğitçe çabalayan, düşen ve her seferinde ayağa kalkan, büyük coşkuları, yürekten bağlılıkları bilen ve kendini değerli bir amaca adayan, en iyi durumda üstün başarının tutkusuna ulaştığının, en kötü durumda –yani başarısız olursa- en azından büyük bir cesaretle savaşım vererek başarısız olduğunun bilincinde olan; böylece ne utkuyu ne yenilgiyi bilen ürkek ruhların arasına katılmayan kişiye aittir. THEODORE ROOSEVELT

Can Dündar'dan...

Büyük bir bilgisayar firmasinin genel müdürü, bilgisayar fuarinda kendi standının bir isiyle ugrasırken telaslı bir baba sokulur yanina...


"Kardes bakar misiniz," der, tezgahtar sandigi genel mudure.



"Cocuguma bir bilgisayar almak istiyorum. Hangi modeli tavsiye edersiniz? Ram'i kac olsun? Hafizasi kac gigabayt olursa iyidir? CD okuyucusu recordable olursa daha iyi olur mu? Ekran karti kac megabayt olursa iyi sonuc aliriz? Bu modeli ileride update edebilir miyiz?"



Bilgisayar firmasinin muduru, nefes almadan konusan ve isteklerini ardi ardina siralayan baba sozunu bitirince araya girer...



"Cocugunuz kac yasinda?"

"On bir."

"Siz ona en iyisi gidin bir bisiklet alin beyefendi.."



Ne zaman satanizmin pencesine dusup intihar eden genclerin haberini okusam gazetelerde, hep bu oyku gelir aklima. Bilgi amaci ile kullanilmayan bilgisayarlarin insan uzerine tahribatindan kuskulanirim hep. Bu kez de oyle oldu zaten. Cocuklarini ortalikta patirti yapmasinlar diye dort-bes yaslarinda bilgisayarin onune oturtan anne ve babalar, onlara artik bir bilgisayar oyunu kadar uzak kaldiklarini cok gec fark ettiler bence.



Potansiyel katil yetistiren Doom oyunlarinin, kotu ile iyiyi ayirmaktan yoksun taze beyinlere seytan veya kurban olmayi ogutleyen fantastik interaktif safsatalarin, buyuculer, cadilar, efsunlu yuzuklerden ibaret sacma sapan Hollywood yapimlarinin o guzelim kusagi gelip koydugu yer elbette ki bir ucurumun kiyisi olacakti.



Ustelik en egitimlilerin arasindan cikti bu intiharlar. Ve cok sasirdi anneler babalar. Oysa o okula girebilmek icin yillarca bir tek sey ogrettiler cocuklarina: "Bilgisayarinin basina otur ve digerlerini parcalamayi ogren. Eger test sinavlarinda senin yasindaki 10 arkadasini elersen, yani 10 arkadasinin hayatini kaydirabilirsen, onlari mahvedersen yabanci dille egitim yapan o okullara girebilirsin... Mutlu olmak icin 10 kisiyi mutsuz etmen lazim cocugum." Boyle hazirladilar cocuklarini hayata."Parcala, yok et ve oldur..." Yok et arkadaslarini.



Ölduremediklerini de intihara tesvik et... Oldurdugun surece hayatta kalirsin evlat. Mutluluk sadece ve sadece basaridir.Oysa bir cocugun mutlu olmasi icin oyunlari, bebegi, futbol topu ve bir bisiklet yeter...



Bir bisiklet bazen daha cok sey öğretir cocuga. Ama aileler arasinda insan yetistirmek yerine sinavlari birer birer kazanan bir robot yetistirme egilimi daha cok agir basiyor. Onlari agac seven, deniz seven, kus seven, doga seven birer cocuk olarak yetistirmek yerine onlardan test hocasini sevmelerini istiyoruz nedense. Oysa dusunsenize; sadece hayvan sevgisi asilasaniz bile kedilerin katledildigi aptal saptal satanist ayinlerden uzak durur cocugunuz. Sadece bir kedi sevgisi...Miril miril bir kedi sesi, gurul gurul akan bir hayat olur...



Kumsala vuran deniz yildizlarini kurtarmak icin onlari birer birer denize atan cocuga "Kumsalda milyonlarca deniz yildizi var. Ne fark eder ki" diye sorduklarinda, denize firlattigi deniz yildizini gostererek "Bunun icin cok sey fark edecek" demek icin, dolasilan kumsallarda hicbir zaman "Game Over" yazmaz kumlarin uzerinde...



CAN DÜNDAR



iNSANLAR FELSEFEYi ÇOCUKKEN MASALDAN, SONRA KiTAPLARDAN, iHTiYARLAYINCA DA ARKALARINDA KALAN HAYATLARINDAN ÖGRENEBiLiRLER.

BİR DERVİŞTEN NASİHATLER

Emânete ihânet etmeyin...Hâlinizden şikâyet etmeyin…Büyüğünüze emretmeyin…Boş şeylerde ısrar etmeyin...Câhillerle sohbet etmeyin…Nefesinizi boşa tüketmeyin…İnsanları bekletmeyin…Etrafınızı kirletmeyin…Hayatınızı mahvetmeyin…Kimseye minnet etmeyin.İnsanları yüzüne karşı methetmeyin…Kimseye küfretmeyin...Kötülüğe meyil etmeyin…Malınızı boşa sarf etmeyin…Sırrınızı açık etmeyin…Her şeyi merak etmeyin…Suçunuzu inkâr etmeyin…Şerefinizi kaybetmeyin…Vatanınızı terk etmeyin…
İyiliğe niyet edin…Büyüklere hürmet edin…Sıkıntıya sabredin…Aza kanaât edin…Sözünüzde sebat edin…Bildiğinizle amel edin…Hatanızı kabûl edin…Yaramaz ise def edin...Varken tasarruf edin…Âlimlerle sohbet edin...Nefsinizle inat edin…Sofranıza dâvet edin…Zararlıysa men edin…Seviyorsanız ifâde edin…Kalbleri fethedin...Misâfire ikram edin...Muhtâca yardım edin...Bilseniz de istişare edin…Tehlikeye dikkat edin…Hakkı teslim edin...Unutacaksanız kaydedin…Esirgemeyin lûtfedin...Gariplere merhamet edin…
Kazanmaya gayret edin…Çalışanı takdir edin…Başarıyı tebrik edin…Mâzereti kabûl edin…Her an tevekkül edin…Hastaları ziyâret edin…Çocuğunuzu terbiye edin…Herkese tebessüm edin...Güvenseniz de kontrol edin…İnanmayana ispat edin…Fakirleri gözetin…Hayır için sarf edin…

25 Temmuz 2007 Çarşamba

EN SEFİL İNSAN AMAÇSIZ OLANDIR

"Hayatım ve ona olan sevgim üzerine yemin ederim ki asla başkalarının hatırı için yasamayacağım, ne de onlardan benim hatırım için yasamalarını isteyeceğim.": John Galt Galt'ın bu sözü objektivist etiğin dramatize edilmiş bir özetidir. Herhangi bir etik sistem, temellerini zimnen veya açıkça metafiziğe dayandırır veya metafizikten alır. Objektivizmin metafizikten aldığı etik temellerine göre mantık insanin hayatta kalmak için en temel aracı ise, rasyonalite de en yüksek erdemidir. Aklını kullanmak, gerçekliği algılamak ve ona göre eylemde bulunmak insanin ahlaki zorunluluğudur.

Objektivist etiğin değer standardı, insanin insanca vasıflarını muhafaza ederek yasaması, yani insan hayati için, ya da diğer bir deyişle rasyonel bir varlığın kendine yakışır şekilde hayatta kalması için gerekli olan neyse odur. Objektivist etik özünde insanin kendi iyiliği için yasadığını, kişisel mutluluğunun en yüksek ahlaki amacı olduğunu ve ne kendini başkaları için ne de başkalarını kendisi için feda etmemesi gerektiğini savunur.
A

tlas Shrugged'ın kadın kahramanı :"temel bir suçluluk duygusu yasamaya muktedir değildi" der. Herhangi bir ahlaki sistem suçluluk duygusu olmadan varolabilir mi? Bu cümledeki anahtar kelime "temel"dir. Temel bir suçluluk duygusu burada kişinin kendi davranışlarını değerlendirme ve yanlışlarından pişman olma anlamında kullanılmıyor. Temel suçluluk duygusu insanin yaradılış itibarıyla kötü ve suçlu olduğu anlamına geliyor.Ebedi günah gibi..Ebedi günah olgusu romandaki kadın kahramanın, benim veya herhangi bir objektivistin kabul edemeyeceği veya duygusal olarak yasayamayacağı bir histir. Ebedi günah kavramı ahlaki dışlayan bir kavramdır.

Eğer insan yaradılış itibarıyla suçlu ise bu konuda tercih hakki yok demektir. Tercih hakki yok ise konu ahlakin alanına dahil değildir. Ahlak sadece insanin hür iradesinin hakim olduğu alanda yani onun tercihine açık konularda söz konusu olabilir. İnsanoğlunu yaradılış itibarıyla suçlu kabul etmek kavramsal bir çelişkidir. Kahramanım belirli bir eylemi hakkında suçluluk duyabilir. Ancak kendine saygısı olan yüksek ahlaki değerlere sahip birisi olarak eylemleriyle suçlu olmayı hak etmedigini görmektedir.

Tamamıyla ahlaka uygun hareket edecek ve bundan dolayı hak etmedigi bir suçluluk duygusunu kabul etmeyecektir.
Atlas Shrugged'da ana karakterlerden birine "En sefil insan tipi nedir?" diye soruluyor. Cevap ta: "Bir sadist, katil, seks manyağı veya diktatör demiyor. "Amaçsız biri" diyor.Hayatlarını açıkça tanımladıkları bir amaçları olmadan devam ettiren çoğu insan sefil bir yaşam sürmekte?Çünkü tüm kötülüklerin kökeninde bu yatıyor. Sadizim, diktatörlük ve herhangi bir kötülük insanin gerçeklikten kaçmak istemesi sonucudur. Düşünememesinin sonucu? Amaçsız bir adam gelir geçer duyguların ve tanımlayamadığı dürtülerin etkisiyle oradan oraya savrulan ve kendi hayatinin kontrolünü tamamen kaybettiği için her türlü kötülüğü yapmaya muktedir biridir. Hayatinizi kontrol etmeniz için bir amacınız olması gerekir. Üretken bir amaç?
"Hitler ve Stalin kendi hayatlarını kontrol edemiyorlar miydi.Açık bir amaçları yok muydu?" diye sorabilirsiniz:

Tabii ki hayır. Hayatlarının gerçek anlamda birer manyak olarak sona erdiğine dikkatinizi çekerim. Kendilerine saygıları olmadığı için tüm varoluştan nefret etmişlerdir. Bu gibilerin psikolojisi Atlas Shrugged'taki James Taggart karakteriyle özetlenebilir. Amacı olmayan fakat bir şeyler yapmak durumunda olan birisi diğerlerine zarar vermek için hareket eder. Bu üretken veya yaratıcı bir amaçla ayni şey değildir.
Merkezi bir amaç insan hayatındaki bütün diğer ilgileri düzene sokar; değerlerinin hiyerarşi ve görece önemlerini saptar, anlamsız iç çelişkilerden uzak tutar, hayattan daha geniş ölçekte keyif almasını ve bu keyfi aklinin hakimiyetine açık olan her alana taşımasını sağlar. Amaçsız birisi ise kaos içinde kaybolur gider. Değerlerinin ne olduğundan habersizdir. Nasıl karar vereceğini bilemez. Kendisi için neyin önemli neyin önemsiz olduğunu saptayamadığı için rasgele etkilerin ve anlık kaprislerin insafına bırakır kendini. Hiçbir şeyden zevk alamaz.Hiçbir zaman bulamayacağı bir değeri ararken hayatını harcar.

Mantık insan bilgisinin aracıdır. Gerçekliği algılamamızı sağlayan işlevdir. Rasyonel davranmak demek gerçeğe uygun davranmak demektir. Duygular ise algılamanın aracı değildirler. Ne hissettiğiniz size gerçekler hakkında hiç bir şey anlatmaz; sadece gerçekler hakkındaki tahminlerinize dair bir izlenimdir. Duygular değer yargılarınızın sonucudurlar. Bilinçli veya bilinçsiz olarak kazandığınız, doğru olabileceği kadar yanlış da olabilecek temel önkabullerinizin sonucudurlar. Kapris ise sebebini bilmediğiniz ve öğrenmeye de zahmet etmediginiz bir duygudur. Peki "kaprislerle hareket etmek" ne demek oluyor? Bu, insanin bir zombi gibi neyle uğraştığını, ne başarmak istediğini veya onu neyin motive ettiğini bilmeden yasamasıdır. Bu insanin geçici bir delilik hali içinde yasaması demektir. Renkli veya keyifli dediğiniz bu mu? Bu durumdan alınabilecek yegane keyfin, canilerin kan dökerken aldığı keyfe benzeyeceğini düşünüyorum.

Gerçeği reddederek eylemlerde bulunmak sadece yıkım getirebilir.
Duygularımızın olması gerektiği yerde durmalarına dikkat etmeliyiz. Duygular insanin değerlerle ilgili ön-kabullerinin otomatik birer tepkisidirler. Sebep değil sonuçturlar.İnsan eğer mantığı ve duyguları arasındaki ilişkiyi doğru kurabiliyorsa bu ikisi arasında mutlaka bir çatışma, ya birini ya öbürünü seçmek zorunda kalacağımız raddede bir çelişki olmak zorunda değildir.Rasyonel insan, duygularının kaynağını, sahip olduğu hangi önkabullerden kaynaklandıklarını bilir veya keşfetmek için çaba harcar.

Eğer önkabulleri yanlış ise düzeltir. Asla güvenemeyeceği ve anlamlarını tam kavrayamadığı duyguların esiri olarak hareket etmez. Bir olayı değerlendirirken tepkilerinin nedenini ve hakli olup olmadığını bilir. İç çelişkilere sahip değildir; aklı ve duyguları yekparedir; bilinci mükemmel bir uyum içindedir. Duyguları düşmanı değil hayattan keyif almasını sağlayan araçlardır. Fakat duyguları rehberi değildir; rehber aklıdır. Ne var ki bu ilişki tersine çevrilemez. Eğer kişi duygularını sebep aklini ise duygularının edilgen bir sonucu olarak tasavvur ederse; yani eğer duyguları tarafından kontrol edilir ve aklini duygularını rasyonalizm etmek veya meşrulaştırmak için kullanırsa o zaman gayri ahlaki hareket ediyor demektir.Böylelikle kendini zulmüne, başarısızlığa, yenilgiye mahkum etmiş olur. Kendinin ve başkalarının mahvolmasından başka hiç bir şey başaramaz

AV.M.İhsan Darende

İNSAN

İnsan, bir değerler sistemidir. Çevresindeki her şey, insan için bir değer ifade eder. İnsan için değere sahip olan, sadece madde değildir. Duygu ve düşünceler, yargılar, kurallar, madde üstü varlıklar da insan için belli bir değere sahiptir İnsan bu maddi ve madde dışı varlık ve olgulara değer atfederken, sürekli olarak etkileşim içinde olduğu yakın ve uzak çevresindeki verileri esas alır, bu verileri akıl süzgecinden geçirir, kimisini kabul eder, kimisini değiştirir, geliştirir. Ancak her durumda, çevresinde oluşan değerler sistemi ile sürekli bir etkileşim halindedir.
Öte yandan insan, diğer canlılardan farklı olarak, parçası olduğu tabiatı dönüştürme imkanına sahiptir. İnsan, sadece tabiata uyum sağlamakla kalmaz; gelişimi düzenleyen yasaları tespit edebildiği ölçüde, bunları, işine yarayan dönüşümleri elde etmede kullanır ve bu ölçüde tabiata bağımlılığını azaltır.
İnsanın, evrensel gelişimi düzenleyen yasaları tespiti, ancak diğer insanların varlığıyla, onlarla iş birliği içinde düşünüp çalışmasıyla mümkün olur. Yine bu yasaları uygulayarak tabiatı değiştirip dönüştürmesinde de, diğer insanlarla iş birliği içinde çalışması gerekmektedir. Tek başına yaşayan insan, yaşamını sürdürebilir ancak, tabiatı dönüştüremez, yasaları tespit edemez, kendini geliştiremez ve tabiata tümüyle bağlı kalmaya devam eder.
O halde insanın iki yönü bulunmaktadır: Sosyolojik yönden, diğer insanlara bağımlıdır; biyolojik yönden, onlardan bağımsız olarak yaşayabilmektedir. Sosyolojik gelişimi belirleyen yasa, insanın sosyolojik bağımlılığı ile biyolojik bağımsızlığı arasındaki çatışmadan kaynaklanmaktadır1. İnsan dış dünyayla ilişkilerinde, biyolojik bağımsızlığının etkisiyle, hep ben merkezli davranır. Çevresindeki her şeyin, kendi istifadesine sunulmuş araçlar olduğunu kabul eder ve bu sebeple, çevresindeki her şey gibi, insanları ve onların iş gücünü kullanmak ister. Böyle olunca, insanlığın tabiata karşı bağımsızlığı mücadelesinde vazgeçilmez unsur olan iş bölümü, gönüllülük esasına göre değil, dayatma prensibine göre kurulur. Bu durumda ise daha güçlü olan, diğerlerine iş bölümünü dayatma imkanına sahiptir. İş bölümünü dayatma gücüne sahip olan, bunun sonuçlarını da belirleyecektir. Böyle olunca, toplumlarda, iş bölümünü dayatma gücüne sahip olan insanların, diğerlerinden farklı sınıflar oluşturduğunu, insanlar ve sınıflar arasındaki mücadelenin, iş bölümünü dayatma ve sonuçlarını belirleme üzerine yapıldığını görürüz.
İnsanın değerleri, çevresiyle etkileşim içinde oluşup geliştiğine göre, bunların oluşumunda en güçlü etken, doğal olarak insanlar ve sınıflar arasındaki mücadeledir. Çünkü her insan bilinçi ya da değil, bu mücadelenin içindedir ve mücadelesinde, sahip olduğu değerler, en önemli araçlar olarak yer almaktadır: Mücadele azmi ne kadar güçlüyse, mücadele gücü o kadar yüksektir. Bu azmi sağlayan ise sahip olduğu değerler ve bu değerlere bağlılığıdır. Ancak asıl kargaşa da buradan doğmaktadır. Çünkü iş bölümünü dayatma gücüne sahip olanlar, diğerlerine göre sayıca çok daha azdır. Buna rağmen istedikleri iş bölümü örgütlenmesini sağlayabilmeleri, salt güçle gerçekleştirilemez. Özellikle, toplumsal çerçevenin büyümesi; toplulukların diğerleriyle entegre olarak daha üst seviyede toplumsal yapılar kurması, bu örgütlenmenin, sadece güce dayalı olarak gerçekleştirilebilmesi imkanını ortadan kaldırmıştır. Örneğin, en küçük sosyolojik birim olan ailede, sadece fiziksel güç dahi, iş bölümünü dayatma imkanı açısından yeterli olabilmektedir; erkek kadına, ebeveyn çocuğa, sadece fiziksel güçle bile istediğini yaptırma imkanına sahiptir. Ancak daha üst toplumsal yapılarda, örneğin ulusta, sadece güce dayalı bir iş bölümü tesisi mümkün değildir. Bu sebeple, güçlü olanlar, karmaşık toplumlarda, istedikleri örgütlenme biçiminin tesisi için, kitleleri ikna etmek zorundadır. İşte değerlerin oluşumuyla ilgili kargaşa da burada meydana gelmektedir. Çünkü hakim sınıflar, istedikleri örgütlenme biçimine kitleleri ikna edebilmek için, uygun motivasyon araçları bulup geliştirmektedir. Bu motivasyon araçlarını, ideologlarıyla el ele oluşturup, kitlelere empoze etmektedirler. Dolayısıyla her ideoloji, aynı zamanda, kitleleri ikna amacıyla oluşturulan yeni bir değerler sistemi niteliği taşımaktadır. İnsanın değerleri de, çevresiyle etkileşim sonucunda şekillendiğinden, çoğu kez yapay olarak oluşturulmuş, uyutmaya yönelik ideolojik değerler, bu hususta etkili olmaktadır.
Bu anlamda, değişmeyen, mutlak doğru ve mutlak adil değerler var mıdır? Yoksa insanı sürekli olarak etkileyip değiştiren değerler sistemi de sürekli olarak değişmeye mi mahkumdur?
VARLIK FELSEFESİMateryalizm açısından incelendiğinde, mutlak değerlerin bulunduğunun kabulü mümkün değildir. Çünkü madde, sürekli değişmekte ve gelişmektedir. Yönlendirici başka bir güç de olmadığına göre, madde değiştikçe, onun bir türevi olan insanın ve değerlerinin de değişmesi kaçınılmazdır.
İdealist açıdan bakıldığında ise maddeyi ve gelişimini belirleyen bir mutlak güç olduğuna göre, bu mutlak güç tarafından belirlenmiş mutlak değerler de bulunmalıdır. Kanımca, evrensel gelişimi belirleyen yasaların varlığı kabul edildiği halde, bu yasaları belirleyen bir gücün, bir mutlak aklın varlığını reddetmek çelişki oluşturmaktadır. Çünkü her yasa, mutlak olarak onu belirleyen bir güç ve aklın sonucudur. Yasa varsa, yasa koyucu da olmak zorundadır. Bilimsel tespitlerle isimlendirilen yasaların tümü, materyalist felsefenin de kabulündedir. Hatta, materyalizmin temeli bu bilimsel yasalardır. Fizik yasaları, kimya yasaları, biyoloji yasaları vs. materyalist felsefenin de kabulündedir. Ancak bunların kendiliğinden olduğu, maddenin özüne ilişkin bulunduğu ileri sürülmektedir. Oysa bilimin açıklayamadığı, tekilliklerdeki yasaya uymazlık, yasanın kendiliğinden olduğu iddiasını havada bırakmaktadır:
Evrenin sürekli genişlemekte olduğu bilimsel bir gerçekliktir. Bu genişlemenin, evrensel gelişme yasaları çerçevesinde gerçekleştiği de izahtan varestedir. Ancak, evren halen genişlediğine göre, süreci tersine çevirince, karşımıza bir tekillik veya bir başlangıç noktası çıkmaktadır. Çünkü evren bir milyon yıl önce, şimdikinden daha küçüktü. Bir milyar yıl önce ise, ondan da küçüktü. Tarih daha da geriye gittiğinde işte ya bir başangıca ya da bu tekilliğe ulaşmaktayız. Bilim insanlarının “büyük patlama” dediği ana geldiğimizde, karşımıza tekillik çıkmaktadır. Materyalizm bunu, bir tekil durum olarak adlandırmaktadır. Bundan öncesi yokluk olarak kabul edilmediği için, belirtilen durumda maddenin sonsuz yoğunlukta ve sıfır hacimde olduğu ileri sürülmektedir. Bununla birlikte, bu durumda, bilimsel yasaların uygulanamayacağı da kabul edilmektedir2. Çünkü bu durumu açıklayacak hiç bir bilimsel yasa yoktur. Bilimsel yasalar, bu tekillik anında geçerliliklerini kaybetmektedir.
Bilimsel yasaların geçerliliğini kaybettiği böyle bir tekillik varsa, bunların maddenin özünden kaynaklandığını, kendiliğinden var olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Çünkü kendiliğinden olan, özden kaynaklanan, her durumda geçerliliğini sürdürmelidir: Eğer büyük patlama, bir başlangıç anı değil de, bir tekillik ise tüm yasaların o tekillik içinde de varlığını sürdürmesi gerekirdi. Eğer yasa, bu durumda geçerliliğini yitiriyorsa, maddenin kendisinden kaynaklanmıyor demektir: Tekillik diye adlandırılan olgu, maddenin bir durumu değil, bir başlangıç anı olmalıdır.
Aynı şekilde aklın, maddenin türevi olduğunu kabul etmek de imkansızdır. Çünkü madde yokken ya da ilk tekillik durumunda akıl da olmasaydı, maddenin gelişimini belirleyen yasanın ihdası gerçekleşemezdi. Çünkü materyalizm açısından akıl, maddenin türevidir ve onun gelişmesiyle ortaya çıkar: Madde gelişerek canlıyı oluşturur, canlı gelişerek insanı oluşturur, insan zekayı geliştirir ve bu gelişim aklı ortaya koyar. Bu açıklamaya göre aklın, bahsedilen ilk tekillik durumunda varlığı kabul edilemez. Bu durumda bir akıl da yoksa ve aynı durum için uygulanabilen bilimsel yasalar bulunmuyorsa, sonraki gelişimi belirleyen yasalar nasıl ortaya konmuştur?
Gerçekten de, maddenin gelişimini belirleyen bir yasalar silsilesi -ki kanımca belirleyebildiğimiz tüm bilimsel yasalar, bir tek evrensel gelişme yasasının çeşitli görüntülerinden ibarettir- mevcuttur ve bu, başlangıç anından ya da ilk tekillik durumundan, yani büyük patlamadan itibaren yürürlüktedir. Ancak büyük patlama, bir başlangıç anı değil de, maddenin sonsuz yoğunluk durumu olarak kabul edildiğinde, bu yasalar bu durum için geçerliliğini kaybetmektedir. Üstelik bu durum için henüz aklın varlığını, en azından geliştiğini ileri sürmek mümkün değildir. O halde bu yasalar nasıl ortaya çıkmıştır? Maddenin özüne ilişkin değildir, çünkü maddenin en az bir durumu için uygulanmamaktadır. Bu yasaların, maddenin ürettiği aklın disiplini olduğu da kabul edilemez, çünkü, aynı durum için yasa koyacak kadar gelişmiş akıldan söz etmek mümkün değildir. Ancak bu tekil durumun sonrası için geçerli ve değişmez bir yasa ya da yasalar silsilesinin varlığı da kesindir. O halde bu disiplini oluşturan başka bir aklın varlığı zaruridir. İşte bu, mutlak akıldır; maddenin dışında olan akıldır.
Mutlak akıl-mutlak güç, madde ve enerjinin birbirine dönüşebilen temel yapı taşını ve bunların ne surette birbirine dönüşebileceğini, nasıl gelişeceğini belirleyen temel yasayı yarattı. Bundan sonraki tüm gelişim, bu değişmez yasa çerçevesinde gerçekleşmektedir. Bu çerçevede, darvinizmle dinsel bakış açısı çatışmamaktadır. Çünkü canlının sudan çıkması, gelişerek çok hücreli yapıya dönüşmesi, onun da gelişerek insanı oluşturması, mutlak aklın koyduğu temel gelişme yasası çerçevesinde ise bunun, dinsel metinlerin özünde yatan yaratma olgusuna ters düşen bir yanı yoktur. Gerçekten de gelişen temel yapı taşını yoktan var eden, yani insana dönüşen maddeyi yaratan, mutlak güçtür. Bu temel yapı taşının, insanı oluşturması için geçen süreci yöneten yasayı yaratan da aynı mutlak güçtür. Yani tanrının yoktan varettiği temel yapı taşı, yine tanrının ihdas ettiği evrensel gelişme yasasına tabi olarak insana dönüşmüş ise insanı tanrının yarattığı kuşkusuzdur. Önemli olan, dinsel metinleri doğru yorumlamak; yani özünü anlamaktır. Bu da tabii ki insanlığın gelişimiyle paralel olarak gelişecektir. İnsanlık, tabiatla olan mücadelede çevresini tanıdıkça, varlığını anladıkça, bilgisini artırdıkça, bilimsel yasaları kavradıkça, dinsel metinler hakkındaki anlayış ve yorumu da değişecek ve gelişecektir.
Mutlak akıl, maddenin her zerresinde, enerjinin her biriminde varlığını sürdürmektedir. Çünkü her şeyin özüdür. Tabii ki, evrenin gelişiminin, kendi ihdas ettiği yasalar çerçevesindeki seyrine müdahale etmektedir. Ancak bu müdahale, her bir zerrede tecelli eden varlığı vasıtasıyladır. İnsan, zekası geliştikçe, evrensel gelişme yasalarını daha büyük ölçekte kavramaktadır. Her geçen an, o ana kadar elde ettiği bilgi birikimine yenilerini eklemekte, her geçen gün, evrensel gelişme yasasının bir başka yönünü keşfetmektedir. Bunlara nüfuz ettikçe, gerçekliği daha iyi kavramakta, aynı zamanda bu yasayı, işine yarayacak şekilde kullanmayı öğrenmektedir. Böylece evrensel gelişimin seyrine müdahale edebilmektedir. İnsanın diğer canlılardan farkı, yaşam enerjisinin daha yüksek frekanslı olmasıdır. Frekansın yüksekliği, mutlak akla yakınlaşmayı sağlar. Mutlak akla yakınlaştıkça, evrensel gelişme yasası daha rahat kavranır ve evrensel gelişimin seyrine müdahale daha da kolay hale gelir. Bu daha yüksek frekanslı yaşamsal enerji formunda daha da etkili sonuçlar doğurur. Kısaca mutlak aklın, evrensel gelişme seyrine müdahalesi, belirtilen surette gerçekleşir.
İşte bu amaçla, yani, evrensel gelişimin seyrine olumlu müdahale için, yaşamsal enerji frekansını yükseltebilmek önemlidir. Çünkü frekans yükseldikçe, mutlak bilgiye ulaşma yolu kısalmaktadır. Mutlak akıl, bu amaca ulaşmanın yollarını da göstermiştir: Negatif enerji kaynağı olan kütleden kaçmak; pozitif enerji kaynağına yönelmek. Madde, atom altı parçacık seviyesinde incelendiğinde, çok daha kaba frekanslı enerji formudur. Frekans düştükçe, yoğunluk artar ve kütle, hareketi olumsuz yönde etkiler. Burada da ciddi bir enerji yoğunlaşması vardır ama bu, hareketi sağlayan değil, engelleyen enerjidir; bu sebeple negatiftir. O halde yaşamsal enerjinin frekansının yükselmesi, negatif enerji kaynağı olan madde boyutundan uzaklaşmakla mümkündür. Madde boyutuyla insan, biyolojik bağımsızlık yanılsaması sebebiyle sonsuz ve sınırsız istekler içerisindedir. Üstelik sosyoljik bağımlılığını da göz ardı ederek, çevresindeki herkesi ve herşeyi kullanma eğilimindedir. Ancak bu onu, negatif enerji kaynağına yakınlaştırır. Oysa frekansın yükselmesi, bu kaynaktan uzaklaşmasına bağlıdır.
MADDE VE ENERJİDEN OLUŞAN İNSANYukarıda, toplumsal gelişmeleri şekillendiren temel çelişkinin, sosyolojik bağımlılıkla biyolojik bağımsızlık arasında gerçekleştiği açıklanmıştı. Aslında bu temel çelişki, bir başka çelişkinin dışarıya yansıyan biçimidir: İnsanın maddesel yapısıyla, ona hareket sağlayan yaşamsal enerji formu arasındaki çelişki... Maddesel yapı, yani fiziksel beden, biyolojik bağımsızlık yanılsamasının kaynağıdır. Çünkü varlığını sürdürmek için sonsuz ihtiyaçlar içinde olan maddi beden, bu ihtiyaçların giderilmesi için de sonsuz isteklere sahiptir. Oysa maddi bedene yaşam sağlayan enerji formu, bütünselliğin bilincindedir. Frekansının yükekliğiyle orantılı olmak üzere, mutlak akıl ile doğrudan bağlantılı olan, bu enerji formudur. Yaşamsal enerji, evrende var olan -madde ya da enerji- her şeyin, aynı bütünün parçası olduğunun bilincindedir; biyolojik bağımsızlığın bir yanılsama olduğunun, maddi forma yaklaşmanın, frekansı düşüreceğinin farkındadır. Maddi bedenle enerji formu arasındaki bu ilişki, çatışma şeklinde kendisini gösterir. İlişkinin belirlendiği yer maddi bedene ait bir parçadır; beyin... Bu ilişkide üstün ve belirleyici olan maddi bedendir. Çünkü, enerji formu, bedenin yapısı ve yetenekleriyle bağlıdır. Beden, dış bir uyaranla karşılaştığında, bunu beyne aktarır. Beyin, kayıtlı bilgileri kullanarak, buna uygun emri verir. Enerji formu, emri yerine getirmek için gereken gücü sağlar. Enerji formu, dış uyarıların beyne aktarılmasında etkili olduğu gibi, bilginin kayıtlı olduğu beyin hücre grupları arasındaki ilişkiyi sağlayan da odur. Dolayısıyla enerji formu, hem bilgi kaydının aracıdır; hem bu bilginin kullanımının; hem de bilginin kullanımı sonucunda beynin verdiği emri hayata geçirmenin... Beyne bilgi kaydı, bilinçli olabileceği gibi, bilinç dışı kayıt da mümkündür. Çünkü enerji formu, sürekli olarak hareket halindedir ve bu hareket, sürekli olarak beyne kayıtla sonuçlanmaktadır. Bilinçli kayıt, maddi formla, enerji formunun uyumlu çalışmasının sonucudur. Bilinç dışı kayıtta ise bu uyum yoktur: Enerji formu, sürekli faaliyette olduğundan, maddi formun dış dünyadan aldığı bir çok uyarının beyne kaydını sağlar. Bilinç dışı yapılan kayıtta da, ilgili dış veriyle karşılaşıldığında, aynı mekanizma devreye girer ve beyin gereken emri verir. Ancak bu durumdaki insan, verilen emrin bilincinde değildir; bu sebeple emirlerin çoğunu bilinçaltı yürütür.
Beyne yüklenen bilginin kaynağı, kural olarak madde dünyasıdır. Maddi bedenin dış dünyayla, duyular vasıtasıyla kurduğu ilişki, bilginin kaynağıdır. Ancak enerji formunun mutlak akla ve mutlak bilgiye yakınlığı dolayısıyla, onun bilgisi çok daha gerçekçi ve çok daha doğrudur. Üstelik beyne kaydedilen bilgide, sadece maddi beden değil, yer yer enerji formu da etkilidir. Bilhassa, bilimsel çalışmada en önemli bilgi kaynağı olrak kabul edilen sezgi, enerji formundan kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde, “altıncı duyu” olarak isimlendirilen sezgisel bilgi de enerji formundan kaynaklanmaktadır.
İşte evrensel gelişimde etkili olan çelişki, madde formla enerji formu arasında ortaya çıkandır. Enerji formu, maddi bedenin yukarıda açıklanan şekilde beliren komutlarını yerine getirir. Yer yer, maddi formu etkileyerek, olumlu bilgi kaydını temin etse de, asıl olarak onun sınırlarına tabidir. Çünkü emirleri veren beyindir ve maddi formun parçasıdır. Enerji formu, bilgi kaydında kural olarak sadece bir araçtır. Bu sebeple, bilginin doğruluğunu tartışma ve yanlış bilginin kaydını engelleme imkanı yoktur. Aynı şekilde, beynin verdiği emrin doğruluğunu tartışma ve yanlış emri reddetme gücü de bulunmamaktadır. Bu açıklama ışığında, evrensel gelişimin seyrine müdahale, insanda, madde formun sınırlarına tabi olarak enerji form tarafından yapılmaktadır. Nasıl ki, her bir birey, madde ve enerji formundan ibaret, bir çok mikro organizmanın birleşmesiyle oluşmuş ise, toplum da, bir çok insanın birleşmesiyle teşekkül etmiştir. İnsanın, kendisini oluşturan mikro organizmaların enerji formlarından daha yüksek frekanslı bir enerjiye sahip ollması gibi, kollektif bilince sahip olabilen toplum da, bireylerin sahip olduğundan daha yüksek frekanslı bir enerji doğurur. Bu da, evrensel gelişime vasıtalı müdahalenin kaynaklarından biridir. Bundan daha da yüksek frekanslı enerji formlarında ise maddi forma ihtiyaç yoktur ve evrensel gelişime doğrudan müdahale bu vasıtayla yapılmaktadır.
İNSANİ DEĞERLERİN OLUŞUMUMutlak aklın, evrensel gelişim seyrine olumlu müdahaleyi mümkün kılmak için, insanlığa gönderdiği mesajlar, özü itibariyle değişmez ve mutlak değerleri ihtiva etmektedir. Ancak insan, maddi formun sınırlarına tabi olduğu için, bu mutlak değerleri de tabi olduğu sınırlandırma çerçevesinde algılayıp anlamaktadır. Bu sebeple de, kendisini geliştirdikçe, bunlara ilişkin anlayışı farklılaşmakta ve gelişmektedir. Mutlak aklın gösterdiği değerler mutlaktır ama insanın bunlara verdiği anlam değişkendir. İnsanlık geliştikçe, mutlak değere, gerçeğine daha yakın anlam verilmektedir. Bu demektir ki, insanı yönlendirip şekillendiren mutlak değerler de, anlaşılıp uygulanması yönünden, insanın gelişimine paralel değişkenlikler arz etmektedir.
Dolayısıyla insan, değerlerini oluştururken, maddi bedenden gelen aşırı isteklerin etkisinden, biyolojik bağımsızlık yanılsamasından kurtulmak zorundadır. Sadece materyalist açıdan bakıldığında dahi, insanı diğer canlılardan farklı kılan, sosyolojik bütünlüğüdür. O halde asıl değer, insanın diğerlerinden aldığı değil, insanlık için verdiğidir; insanlığın gelişimine sağladığı katkıdır. O halde insan, sahip olduğu ürünlerle değerlendirilme yanılsamasından da kurtulmak zorundadır. Çünkü sahip oldukları, insanlığa verdikleri değil, insanlardan aldıklarıdır. Biyolojik bağımsızlık yanılsaması, insanın, sahip olduklarıyla değerlendirilmesine yol açmaktadır. Dayatma temelinde kurulan toplumsal örgütlenmeler de, bu şekilde kurulan değerler sistemini pekiştirmektedir. Çünkü değerler, dış dünyayla ilişki çerçevesinde geliştiğinden, güç, bu değerlerin en yükseği olarak kabul edilmektedir. İş bölümünü örgütleme gücüne sahip olan insan ve sınıflar, bunun sonuçlarını da belirlediklerinden, ürünün önemli kısmına sahip olmaktadır. Dolayısıyla sahip olunan ürün, gücün simgesi olarak kabul edilmektedir. Güçlü olduğunu göstermek isteyen insan da, bunun için aynı simgeye başvurmakta ve sahip olmaya özenmektedir. Böylece bir kısır döngü kurgusunda, en yüksek değer, sahip olunan ürün haline dönüşmektedir.
İdealist açıdan bakıldığında, durum daha da netleşmektedir. Çünkü bu açıdan bakıldığında, insanın madde ve enerji formundan oluşan varlığı da dahil olmak üzere, evrendeki her şey bir tek bütünün parçasıdır. Dolayısıyla bağımsızlık bir yanılsamadan ibarettir. O halde gerçek değer, mutlak aklın evrensel bütün için koyduğu ve belirlediği değerdir. İnsanın mücadelesi, bu mutlak değeri gerçekleştirmeye yöneliktir. Bunun yolu ise enerji formunun frekansının yükselmesinden geçmektedir. Bu ise maddi formun etkisinden uzak kalmakla mümkündür.
M. İhsan Darende,

MİSTİTİZM VE KUANTUM DÜŞÜNCE

Mistisizm, içe dönük çalışma yöntemleri ile beyinsel işlevlerin daha iyi kullanılmasını sağlamaktadır. Zekâ, insan duyularının sağladığı malzemeyi teşhis edip bütünleştiren bir yetenektir. İnsanın temel bilgi edinme yolu, duyuları vasıtasıyla, gerçekliği algılaması ve gerçekliğin algılayabildiği bölümünü, zihninde sınıflandırmasıdır. Bu nedenle de insanın bilgi edinme kapasitesi, algılama gücüyle orantılıdır. İnsanın çevresiyle ve tüm evrenle ilişkisi, enerji alışverişiyle gerçekleşir. Bu sebeple, önce madde-enerji dönüşüm ve iletim sistemini incelemekte fayda bulunmaktadır:


Kuantum seviyesinde madde ve enerji:Madde ve enerji, bir madalyonun iki yüzü gibidir ve kuantum seviyesinde bakıldığında, maddenin temel yapı taşını oluşturan atom altı parçacıkların, sürekli olarak spinli hareket ettiği, bu hareketinse, enerji gibi dalgasal görünüm verdiği görülür. Daha doğrusu, bir parçacığın konumu ve momenti gibi belirli nicelik çiftlerinin aynı anda tam konumları belirlenemez ve bu hareket, dalgasal bir görünüm arz eder. Evrendeki toplam pozitif enerji miktarı ile toplam negatif enerji miktarı birbirine eşittir. Negatif enerji miktarı, aynı zamanda kütleye eşittir; çünkü kütle çekimi gücü, bizatihi negatif enerjiyi oluşturmaktadır. Madde enerjiye; enerji de maddeye dönüşebildiğinden, aynı zamanda, pozitif enerji, negatif enerjiye; negatif enerji de, pozitif enerjiye dönüşebilmektedir. Kütle, negatif enerjinin başlıca kaynağıdır. Kütle büyüdükçe, nesnenin yayınladığı negatif enerji miktarı da büyür. Diğer yandan, pozitif enerji de, her gerçek parçacıkla; daha doğrusu onun işgal ettiği uzay-zaman alanı ile sürekli etkileşim halindedir. Bir gerçek parçacığın işgal ettiği alana etkiyen pozitif enerji, bu alanda, gerçek parçacıkla da etkileşime girer: Gerçek parçacık, pozitif enerjinin bir miktarını soğurur geri kalanını yeniden yayınlar. Böylece, bir miktar pozitif enerji, kütleye; yani, negatif enerjiye dönüşmüş olur.

Bir gerçek parçacığın, pozitif enerji taşıyan parçacık ile bu suretle etkileşmesi sırasında; kuvarklar (ve alt leptonlar) bir yandan pozitif enerjiyi soğurup, diğer yandan kalanını yeniden yayınlarken ve bu arada bir uzay-zaman alanını terk edip, (bitişik) diğer uzay-zaman alanına giderken, yayınladıkları pozitif enerji parçacığının yarattığı uzay-zaman alanı sebebiyle, birbirlerinden uzaklaşma eğilimine girerler. Ancak, gerçek parçacıklar aynı zamanda (durgun halde dahi) kütleli olduğundan, sürekli olarak negatif enerji taşıyan parçacıkları da yayınlamaktadır.

Görüldüğü gibi, kuantum seviyesinde bakıldığında, evrende bulunan her çeşit enerji, sezilgen parçacıklar vasıtasıyla taşınmaktadır. Örneğin, ışık ışınını taşıyan parçacığa “foton” denir. Ses enerjisini taşıyan parçacığa ise “fonon” adı verilmiştir. Kütle çekim gücünü taşıyan parçacığın ismi ise “graviton”dur. Evrende bulunan her şey, işte bu şekilde birbirine dönüşebilen atom altı parçacıklar ve enerjiden oluşmuştur. İnsan vücudu, hücreleri, genleri de aynı şekilde, bu atom altı parçacıklar, enerji paketleri ile bunlar arasında sürekli olarak enerji taşıyan sezilgen parçacıklardan oluşmuştur. Bir elektron mikroskobu ile bakıldığında, evrendeki her şey gibi, insan vücudunun da, sürekli hareket ve değişim halinde olan parçacıklar ve enerji yığınından ibaret olduğu anlaşılacaktır.

İşte bu sezilgen parçacıklar, taşıdıkları paketin içerdiği tüm bilgiyi de beraberinde bulundurur. Her atom altı parçacık, sürekli olarak, bir miktar pozitif enerji alıp, bunun bir miktarını soğurup, bir miktarını ise yeniden saldığından, yeni salınan enerji parçacığı, kendisini salan atom altı parçacığın bilgi ve özelliklerini de barındırmaktadır. Dolayısıyla atom altı parçacıklar arasındaki enerji alışverişi, aynı zamanda bilgi alışverişidir. Enerjiyi soğuran parçacık, bunun içerdiği bilgiyi de soğurmaktadır.
Ham bilginin beyin hücrelerine depolanması:İnsanın çevresiyle ilişkisi de bu yöntemle sağlanır. Enerji parçacıkları, insan vücudundaki atom altı parçacıklar tarafından soğrulduğunda, taşıdıkları bilgi, sinir sistemi vasıtasıyla beyin hücrelerine taşınır ve burada depolanır. Buraya kadar, insanla diğer canlılar, hatta diğer varlıklar arasında (bilginin beyne taşınıp depolanması dışında) fazla bir fark yoktur.

Çünkü tüm atom altı parçacıklar arasında, enerji alışverişi suretiyle sürekli bir bilgi aktarımı mevcuttur. İnsanın diğerlerinden farkı, beyin hücrelerine depolanan bu bilgiyi, sınıflandırabilmesinde, kullanabilmesinde, bununla çevreyi tanımasında, evrensel gelişimi yöneten bilimsel yasaları tespit edebilmesinde, bunları kullanarak, evrensel gelişime müdahil olabilmesindedir. Burada önemli olan, depolanan bilginin, bilinçli olarak kullanımıdır. Bilinçli kullanım için, bilgi kaydının da bilinçli olarak yapılması gerekmektedir. Ya da, bilinçli depolanmış olmasa da, bu bilgiye bilinçli olarak ulaşabilmenin yolunu bulmak şarttır.
Her enerji paketi, ilişkili olduğu atom altı parçacıkla ilgili veya doğrudan kendisine ait bilgiyi de içermekte olup, bu bilginin depolanması, bu paketi soğuran atom altı parçacıkla, bu parçacıklar arasında iletişim sağlayan enerji forumunun frekansına bağlıdır. Frekans düşük ise atom altı parçacıklar arasında bilginin taşınması mümkün olmayacak, her parçacık, sadece, soğurduğu enerji paketinin kaba bilgisine sahip olabilecektir.

Ancak bu parçacıklar sistemli bir şekilde bir araya gelmiş ve bunlar arsında bilgiyi taşıyan yüksek frekanslı bir enerji formuyla bütünleşmiş ise birbirlerine bilgi aktarımı da mümkün olabilecek, üstelik aktarılan bilginin, bir parçacıklar grubuna depolanması imkânı ortaya çıkacaktır. İnsan yaşamı, bedenin hareket etmesini, gelişmesini, yenilenmesini sağlayan yüksek frekanslı enerjiden ibarettir. Özü itibariyle canlı cansız her cisim, atom altı parçacıklarla bunlar arasında sürekli olarak taşınan enerji paketlerinden müteşekkildir. Ancak canlılara ayırt edici vasfı sağlayan, bunların terkibindeki enerjinin yüksek frekanslı olmasıdır. Hayvanlar da bir yaşamsal enerji formuna sahiptir ancak frekansı düşüktür. Böyle olduğu için, hayvanlar da bilgi depolayabilir ama yaşamsal enerji formu düşük frekanslı olduğu için, depolayabildikleri bilgi sınırlıdır. Keza bu bilgiyi kullanma imkânı da sınırlıdır, çünkü yaşamsal enerji formu, sınırsız bilgi aktarımına müsait değildir.

Söylenenleri örnekleyelim: Herhangi bir cisme ulaşan ışık ışını (bunu taşıyan foton), cismin atom altı parçacıkları tarafından soğrulup, yeniden salındığında, o cismin parçacıklarının özelliklerini taşımaya başlar. O foton, insan gözüne ulaştığında, taşıdığı bilgi, sinir ağı aracılığıyla ve elbette enerji aktarımı yoluyla, beyin hücrelerine iletilir. Beyin hücrelerinde bu bilgi depolanır. Bu sayede, yani o cismin bilgisini taşıyan fotonun bu bilgiyi aktarması sonucunda, hem o cismi, rengini, şeklini büyüklüğünü görürüz, hem de bu bilgi, beyin hücrelerine depolanır. Aynı şekilde, fononla taşınan enerji de, taşıdığı bilgiyi, kulak hücrelerine iletir ve sinir sistemi aracılığıyla bu bilgi, beyne aktarılır. Bu sayede hem o sesi duyarız, hem de bu bilgi de beyin hücrelerine depolanır. İşte insanın çevresiyle bağlantısı, tam olarak bu şekilde bir enerji aktarımı ve bunu sağlayan sezilgen parçacıklar vasıtasıyla gerçekleşir.

İlk olarak, duyu organlarınca atom altı parçacıkları vasıtasıyla alınan bu bilgiyi, beyne aktaran ve orada depolanmasını sağlayan, yaşamsal enerji formudur. Bilimsel olarak söylemek gerekirse bu, “biyoelektirk enerji”dir. Evrende ve insanın çevresinde o kadar çok foton, fonon, graviton ve daha enerji taşıyan sezilgen parçacık mevcuttur ki, duyu organlarımızın atom altı parçacıkları, sürekli olarak bunlarla temas ve dolayısıyla, sürekli olarak, bunların taşıdığı kodların aktarım ve iletimi ile meşguldür. Vücut öyle bir programla çalışmaktadır ki, bu suretle alınan bilgi, sürekli olarak beyne depolanmaktadır. Ancak depolanan bilginin tasnifi ve insan tarafından kullanılması, bilginin depolandığı beyin hücre grupları arasındaki enerji akışının düzenlenmesi suretiyle gerçekleşir. Bir başka deyişle, sürekli olarak enerji (ve dolayısıyla bilgi) alışverişi içinde olan vücut, sinir sistemi ve yaşamsal enerji formu aracılığıyla, aldığı bilgiyi sürekli olarak beyin hücrelerine depolamaktadır ama bunların tasnifi, ancak, enerji alkışının kontrol edilmesi sayesinde mümkündür. Eğer insan, beyin hücrelerine depoladığı bilgiye ulaşmak, depoladığı bilgiyi, diğerleriyle ilişkilendirmek, bunu kullanarak tanımlar yapmak, bilgi grupları oluşturmak istiyorsa, hücre grupları arasındaki aktarımı sağlayan yaşamsal enerji formunu yönlendirmek zorundadır.

Bilinç ve bilinçaltı:İşte bilinç ile bilinçaltı arasındaki ilişki bu noktada yatmaktadır. Enerji ve buna bağlı bilgi aktarımı, sürekli olarak mevcuttur ve alınan bilgi, sürekli olarak beyin hücrelerine depolanmaktadır ama insan çoğu zaman, bu işleyişin farkında değildir. Bilinç, iki şekilde devreye girer: Birincisi olan bilinçli bilgi depolama işleminde irade mevcuttur, yani insan, bilgiyi sakladığını bilir, yaşamsal enerji formunu, bu bilgiyi istediği zaman geri çağırabilecek şekilde yönlendirir. İkincisi ise farkında olmadan depolanmış bilgiye ulaşmanın yollarını öğrenir, enerji formunu, bu bilgiyi çağıracak şekilde yönlendirir. Bu iki durumda, bilinçten söz etmek mümkündür. Enerji formunun irade dışındaki çalışmasıyla bilgi depolama ve bilginin yine irade dışında, vücudun otomatik çalışma sistemi içinde etkili olması ise zihnin, bilinçaltı olarak isimlendirdiğimiz durumudur.

Doğal olarak, insanın algılama gücü, yaşamsal enerji forumunun frekansının, çevresindeki enerji paketlerinin frekansı ile çakıştığı ölçüde yükselir. İnsan, algılayabildiği frekansın üstünde ve altında frekansa sahip enerji paketlerini ve bunların taşıdığı bilgiyi soğuramaz. Örneğin, mor üzerindeki ya da kırmızı altındaki frekansa sahip enerji paketlerini algılayamaz ve dolayısıyla göremez. Ancak bu frekanstaki enerjiyi soğurup, kendi algılayabildiği frekansa tahvil edebilen mekanizmaları gerçekleştirebildiği ölçüde, bunlarla taşınan bilgiye de sahip olabilecektir. Bunun yerine, yaşamsal enerji formunun, buna beyin enerjisinin de diyebiliriz, dalga boyunu ve dolayısıyla frekansını değiştirmeyi öğrenebilen insan, daha önce algılayamadığı enerji paketlerini algılayabilir, bunlarla taşınan bilgiyi depolayabilir. Evrende her şey iç içe ve birbiriyle bağlantılı olduğu için, işleyiş ve gelişme yasaları da onu teşkil eden tanecik ve enerji paketlerinden elde edilebilir.
Keşfetmek, önceden depolanmış bir bilgiyi gerektirir. Elbette keşif realiteye ilişkindir. Ancak öncelikle realitenin, insan tarafından algılanmış, onu temsil eden bilginin de beyin hücrelerine depolanmış olması gerekmektedir. Keşif, işe depolanan bu bilginin bilinçli kullanımı ile olguların yeni bir dizilimi, bilginin yeni bir gruplandırmasıdır. Böyle olduğu için keşif, bilinçli bir insani faaliyettir. İnsanın, farkına varmadan depoladığı bilgiye ulaşması da keşiftir. Bütün bu faaliyet, özünde, maddi bedenin, enerji formunu yönlendirme yeteneğine bağlıdır. Özetlersek, maddi bedenin, enerji formunu kontrol ederek depoladığı bilgi, bilinçli olarak edinilmiş bilgidir. Bu kontrol ve yönlendirme dışında depolanan bilgi ise bilinçaltı edinilmiş bilgidir. Bilinçaltı depolanan bilgi, bunlara erişmenin, yani bunları keşfetmenin yolu bilinmiyorsa, ancak, vücudun otomatik fonksiyonları itibariyle ve otomatikman kullanılabilir ki bu da bilinçaltının hayata geçmesinin yoludur. Buna karşılık bilinçaltı depolanmış olsa da, enerji formunu bu bilgiye ulaşacak şekilde yönlendirme, bilinçli bir keşif yoludur.

O halde, “insan, ancak keşfedebildikleri kadarını bilir” önermesi, doğrudur. Çünkü burada bilmekle kastedilen, bilgiyi bilinçli kullanma, tasnif etme, kavramları oluşturmadır. Görüldüğü gibi, ham bilginin insan beynine depolanması başka bir şeydir, bunun işlenmesi, bilince çıkartılması, tasnifi ve kullanılması başka şey. Bu sebeple keşfetme, son tahlilde, her zaman içe dönük bir faaliyettir: Bilinçsizce depolanmış ham bilginin işlenmesi, bir keşfetme yöntemidir. Bilginin bilinçli bir şekilde depolandıktan sonra işlenmesi de bir keşfetme yöntemidir. O halde, keşfetme, algılanan dış dünyaya ilişkin ham bilginin beyne depolanmasından sonra başlayan süreçtir. Bu anlamıyla keşfetme, bir bilgi edinme yöntemidir.

Bilgi edinme, beyin hücrelerine depolanmış ham bilginin işlenmesi yöntemi olunca, bu faaliyetin içe dönük olması zarureti ortaya çıkar. Biyoelektrik enerjinin, bilgiyi taşıyan beyin hücre grupları arasındaki hareketini kontrol etmek, yönlendirmek, yönetmek, en ciddi bilgi edinme yöntemlerinden birisidir. Bu yönetim sayesinde insan, depolanmış ham bilgiyi işleyebilir, tasnif edebilir, kavramlaştırabilir, somutu soyutlaştırabilir. Bunların tümü, doğru düşünme, düşünceyi yönetme yöntemleri ile elde edilebilecek sonuçlardır. Ancak ne olursa olsun, düşünceyi yönetme yöntemleri, içe dönük, beyin hücreleri arasındaki aktarımı sağlamaya yönelik yöntemlerdir. Elbette, bilgilenme sürecinde oluşturulan kavramlar, insanın realiteye dönük bakış açısını da belirleyecektir. Bu bakış açısına göre, bilinçli bilgi depolama faaliyeti, realitenin sadece belli alanlarının ve daha dikkatle gözlenmesini mümkün kılacaktır. Bu suretle edinilen bilgi, bakış açısının kaçınılmaz etkisi altında gerçekleşecektir, çünkü gözlem sonucu beyne yüklenen ham bilgi, işlenirken, bakış açısına göre tasnif edilecektir ki asıl bilgilenme süreci de budur. İşte burada, bütünsel bir felsefenin etkisi altında bilgilenme faaliyeti son derece büyük bir önem taşır. Böyle bütünsel bir bakış açısına sahip olan insan, ham bilgiyi işlerken, bu bakış açısının etkisi ile tasnif eder, değerlerini buna göre oluşturur ve yaşamını bu felsefe doğrultusunda yönetir. Bu bakış açısı ve bütünsel felsefe, insana, düşüncelerini yönetme imkânı sağlar. Düşüncelerini yönetebilen, yani enerji formunun hareketini yönlendirebilen insan, duygularını ve hayat hissini de kontrol edebilen insandır.
Sadece buraya kadar yapılan açıklama bile, bilinçli bilgi edinme faaliyetinin, içe dönük olduğunu ortaya koymaktadır: Dış dünya ile yapılan sürekli enerji ve buna bağlı bilgi alışverişi sonucunda, bilerek ya da istem dışı bir şekilde beyin hücrelerine depolanmış olan ham bilginin işlenmesi, bu hücre grupları arasındaki biyoelektrik enerji akışını kontrol edip, yönlendirebilmekten geçer.

Bu yönlendirme faaliyeti ise insanın dışında, dış dünyada değil, içinde gerçekleşir. Bunun dışında, tüm evreni yöneten evrensel gelişme yasasına vakıf olmak, bir yandan beynin depoladığı ham bilginin işlenmesine ihtiyaç duyar, diğer yandan, zaten bilince sahip yüksek frekanslı yaşamsal enerji formunun rasyonel kullanımına. Ancak bu son önerme, inançla da ilgili olduğu için, tartışma konusu yapmanın gereği de yoktur, yararı da. Önemli olan, sadece beyne depolanmış ham bilginin işlenebilmesi anlamında bilgilenme sürecinin dahi, içe dönük olduğunun ortaya konmasıdır.

Özetlersek, beyin hücrelerine depolanan ham bilgi, karmakarışıktır. Her bir enerji paketi, ilişkili olduğu evren parçasıyla ilgili karmakarışık bilgiler yumağını da birlikte taşımakta ve bu bilgi yumağı, beyin hücrelerine ayırt edilmeden depolanmaktadır. Bunu ayırt etme ve işleme görevi, yaşamsal eneri formunun frekansının artırılabilmesiyle ve doğru yönlendirilmesiyle yerine getirilebilecektir. Bu sebeple, yaşamsal enerji formunun frekansı yükseldiği ölçüde, beyne depolanan ham bilgiden, evrensel gelişme yasalarının çıkartılması; evrenin her köşesinden gelen fotonların bıraktığı karmakarışık bilgi yumağının tam bir analizi ve böylece evrenin gerçekliğinin kavranması mümkündür.

Dolayısıyla, evreni kavramak, evrensel gelişme yasalarını tespit etmek isteyen insan, yaşamsal enerji formunun (beyin enerjisi de denilebilir) frekansını dalga boyunu değiştirebilmeyi öğrenmek zorundadır. Bunu yapabildiği ölçüde, evrensel gerçekleri, dışarıdan değil, beyne depolanmış bilgi yumağından elde edebilecektir. Frekans değiştirebilmeyi öğrenmek ise içe dönük çalışmaları, düşünce yoğunlaştırma tekniklerini ve hepsinden önemlisi, negatif enerji kaynağı olan maddi bedenin isteklerinden uzaklaşıp, yüksek frekanslı bir enerji biçimi olan yaşamasal enerji formuna yaklaşmayı gerektirmektedir.

Mistik uygulamalar akıl dışı mıdır?Burada mistisizmin ve mistik faaliyetlerin sanıldığı gibi akıl dışı olmadığına dikkat çekmek gerekir. Tüm mistik felsefi akımların ortak yönü, dünyevi isteklere gem vurmak ve kendisi gibi ve kendisi kadar, diğer insanları da sevmekten geçer. Bu sonuca ulaşmak için önerilen ise yoğunlaşma yöntemleri uygulanmak suretiyle gerçekleştirilen bireysel deneyim teknikleridir. Bunların hemen tümünde, bu bireysel deneyimlerin yaşanabilmesi için, o ana kadar duyular yoluyla elde edilmiş her türlü bilginin dışlanması ve yok sayılması gerekli görülür.

Gerçek bilginin, duyular yoluyla değil, içe dönerek, iç dünyada bütünleşerek elde edilebileceği kabul edilir. İşte bu yönüyle mistisizmin akıl dışı olduğu, akla hücum ettiği, cahilleşmeyi hedeflediği ileri sürülmektedir. Ancak, mevcut bilginin tamamen dışlanması zaten mümkün değildir. Sadece bir başka bütünsel bakış açısına göre bilgi yeniden sınıflandırılabilir, ham bilgi yok edilemez ama bakış açısı ve tasnifi değişebilir. Bu açıdan bakıldığında, mevcut bilginin dışlanması ilkesi, sadece tasnifin yeniden yapılması, kavramların bu bakış açısına göre yenilenmesi anlamı taşımaktadır. Bu faaliyet de elbette beyin hücreleri arasındaki enerji akışının kontrolü sayesinde yapılacaktır. Yani dış dünyadan duyular yoluyla alınan ham bilginin, yeni bakış açısına göre yeniden işlenmesi söz konusudur. Dolayısıyla, mistik öğreti tersini ileri sürse de, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilginin tamamen devre dışı bırakılması, silinmesi gibi bir durum söz konusu değildir.
Üstelik bu faaliyette, zekânın dışlandığı da kabul edilemez, çünkü insan, yeni bakış açısına göre tasnifi, yine bu yeteneği sayesinde yapacaktır.
Bilginin içe dönerek edinilmesi süreci ise yukarıda açıklandığı gibi, akıl dışı bir davranış değildir.

Tekrar edelim ki, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilgiyi işlemek için, bu hücre gruplarına erişmek, beyin enerjisini (buna biyoelektrik enerji de denebilir, kullanmayı tercih ettiğim kavram, “yaşamsal enerji forum”dur), bu bağlantıları kuracak şekilde yönetmek gerekmektedir. Bu yöntemlerin keşfi ise doğal olarak içe dönük bir çalışmayla mümkündür. O halde, mistisizmin, bilgi edinme aracı olarak içe dönük çalışmayı öngörmesi, akıl dışı bir davranış değildir. Elbette mistisizm, içe dönük çalışmayı, sadece, hatta belki de hiçbir zaman, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilginin işlenmesi maksadıyla önermemektedir. Mistik öğretinin bu önermedeki asıl amacı, tanrısal olan, bütünsel ve mutlak bilgiye ulaşmaktır. Benliği yenmek suretiyle, tanrısal öz ile aradaki engellerin kaldırılmasıdır asıl amaç. Ancak felsefi bir tartışmada, inancı referans gösterme imkânı bulunmadığı için, akılcılık değerlendirmesini, bu asıl maksada göre değil, uygulanan yöntemin gerçek niteliğine göre yapmak daha doğru olacaktır.

Bu yönüyle bakıldığında ise, içe dönük çalışmaların tümü, ham bilginin, farklı bir bakış açısına göre yeniden işlenmesini sağlamaya yöneliktir. Böyle olduğu için de akıl dışı değildir. Sonuçta yeni, düşünme, düşünceyi yönlendirme ya da yönetme, bilgiyi yeniden tasnif etme yöntemleri araştırılmakta ve uygulanmaktadır.

Kişisel deneyim adı altında uygulanan yöntemler, düşüncenin yoğunlaştırılmasını sağlamaktadır. Düşüncenin yoğunlaştırılabilmesi ise, biyoelektrik enerji akışını yönetme imkânı sağlamaktadır. Böylece bu uygulamalar, dayandıkları felsefi temel tersini ileri sürse de, beynin ve onun türevi zekânın en etkili kullanım yollarını hayata geçirmektedir.

Mistisizmde öngörülen bütünsel bakış açısı ise hiçbir şekilde insanın kendisini kurban etmesi temelinden yükselmemektedir. İnsanın nefsini yenmeye çalışması, kendisini yok etmesi demek değildir. Başkasını sevmek, başkası için çalışmak, kendisini feda etmek değildir. Mistik bakış açısı, evreni bütünsel olarak görebilmeye yöneliktir ve buna göre her şey, tanrısal özün bir tezahür biçiminden ibarettir. Buna kişinin kendisi de dâhildir. Burada temel alınan görüş, başkasını da kendisi gibi görebilmektir; başkasını da kendisi gibi sevebilmektir; yaratığı, yaratandan ötürü sevebilmektir.

Bunun için kendisini sevmekten vazgeçmek, kendini feda ya da kurban etmek gerekmez. Çünkü kendisi de yaratanın bir tezahür biçimidir. Bunlar, savunma amaçlı olarak yazılmamıştır. Ya da amaç, tanrısal özün varlığını tartışmak, mistik felsefinin doğruluğunu ispatlamak değildir. Amaç, mistik inanışa göre dahi, kendini kurban etme gerekliliğinin bulunmadığını ortaya koymaktır. Üstelik kendini dünyanın merkezine koyan düşünceye nispetle, başkası için çalışabilmeyi, başkasını kendisi gibi sevebilmeyi öğütleyen düşünce, çok daha rasyoneldir. Çünkü iş güç, emek ve bilgi paylaşımı, gönüllülük esasına göre gerçekleştirilebildiği takdirde, üretim, bilim, teknoloji artışı çok daha hızlı gelişir ve bu, ortak refahın artması, insanın kendisinin de çok daha iyi koşullarda yaşaması anlamına gelmektedir.

Oysa insan, dünyanın merkezine kendisini koyduğu takdirde, bu tüm insanlık için geçerli bir ilke olacağına göre, iş bölümü, dayatma esasına göre kurulur ve bu, ciddi bir kaynak israfı anlamı taşır. Çünkü bu düşünceye göre, insanın çevresindeki her şey ve diğer insanların iş gücü de, onun istifadesine sunulmuş araçlardır. Herkes karşısındakine böyle baktığı sürece, güçlü olan, diğerine işini dayatabilir, güçsüz olan ise iş bölümüne mecburen riayet eder. Bu sistemde, güçlü olan toplumsal sınıflar, üretim ağının dışında, paylaşım ağının içinde yer alır ve işte bu olgu, ciddi bir kayna israfına sebebiyet verir.

Son olarak, tüm dinler için en dogmatik inanç sistemlerini esnekleştiren, bireysel deneyime verdiği önemle, kişisel özgürlük alanını geliştiren mistisizmdir ve bunun, tarihsel bağlamı dışında değerlendirilmesi de yanlıştır.
Av. M. İhsan DARENDE