25 Temmuz 2007 Çarşamba

MİSTİTİZM VE KUANTUM DÜŞÜNCE

Mistisizm, içe dönük çalışma yöntemleri ile beyinsel işlevlerin daha iyi kullanılmasını sağlamaktadır. Zekâ, insan duyularının sağladığı malzemeyi teşhis edip bütünleştiren bir yetenektir. İnsanın temel bilgi edinme yolu, duyuları vasıtasıyla, gerçekliği algılaması ve gerçekliğin algılayabildiği bölümünü, zihninde sınıflandırmasıdır. Bu nedenle de insanın bilgi edinme kapasitesi, algılama gücüyle orantılıdır. İnsanın çevresiyle ve tüm evrenle ilişkisi, enerji alışverişiyle gerçekleşir. Bu sebeple, önce madde-enerji dönüşüm ve iletim sistemini incelemekte fayda bulunmaktadır:


Kuantum seviyesinde madde ve enerji:Madde ve enerji, bir madalyonun iki yüzü gibidir ve kuantum seviyesinde bakıldığında, maddenin temel yapı taşını oluşturan atom altı parçacıkların, sürekli olarak spinli hareket ettiği, bu hareketinse, enerji gibi dalgasal görünüm verdiği görülür. Daha doğrusu, bir parçacığın konumu ve momenti gibi belirli nicelik çiftlerinin aynı anda tam konumları belirlenemez ve bu hareket, dalgasal bir görünüm arz eder. Evrendeki toplam pozitif enerji miktarı ile toplam negatif enerji miktarı birbirine eşittir. Negatif enerji miktarı, aynı zamanda kütleye eşittir; çünkü kütle çekimi gücü, bizatihi negatif enerjiyi oluşturmaktadır. Madde enerjiye; enerji de maddeye dönüşebildiğinden, aynı zamanda, pozitif enerji, negatif enerjiye; negatif enerji de, pozitif enerjiye dönüşebilmektedir. Kütle, negatif enerjinin başlıca kaynağıdır. Kütle büyüdükçe, nesnenin yayınladığı negatif enerji miktarı da büyür. Diğer yandan, pozitif enerji de, her gerçek parçacıkla; daha doğrusu onun işgal ettiği uzay-zaman alanı ile sürekli etkileşim halindedir. Bir gerçek parçacığın işgal ettiği alana etkiyen pozitif enerji, bu alanda, gerçek parçacıkla da etkileşime girer: Gerçek parçacık, pozitif enerjinin bir miktarını soğurur geri kalanını yeniden yayınlar. Böylece, bir miktar pozitif enerji, kütleye; yani, negatif enerjiye dönüşmüş olur.

Bir gerçek parçacığın, pozitif enerji taşıyan parçacık ile bu suretle etkileşmesi sırasında; kuvarklar (ve alt leptonlar) bir yandan pozitif enerjiyi soğurup, diğer yandan kalanını yeniden yayınlarken ve bu arada bir uzay-zaman alanını terk edip, (bitişik) diğer uzay-zaman alanına giderken, yayınladıkları pozitif enerji parçacığının yarattığı uzay-zaman alanı sebebiyle, birbirlerinden uzaklaşma eğilimine girerler. Ancak, gerçek parçacıklar aynı zamanda (durgun halde dahi) kütleli olduğundan, sürekli olarak negatif enerji taşıyan parçacıkları da yayınlamaktadır.

Görüldüğü gibi, kuantum seviyesinde bakıldığında, evrende bulunan her çeşit enerji, sezilgen parçacıklar vasıtasıyla taşınmaktadır. Örneğin, ışık ışınını taşıyan parçacığa “foton” denir. Ses enerjisini taşıyan parçacığa ise “fonon” adı verilmiştir. Kütle çekim gücünü taşıyan parçacığın ismi ise “graviton”dur. Evrende bulunan her şey, işte bu şekilde birbirine dönüşebilen atom altı parçacıklar ve enerjiden oluşmuştur. İnsan vücudu, hücreleri, genleri de aynı şekilde, bu atom altı parçacıklar, enerji paketleri ile bunlar arasında sürekli olarak enerji taşıyan sezilgen parçacıklardan oluşmuştur. Bir elektron mikroskobu ile bakıldığında, evrendeki her şey gibi, insan vücudunun da, sürekli hareket ve değişim halinde olan parçacıklar ve enerji yığınından ibaret olduğu anlaşılacaktır.

İşte bu sezilgen parçacıklar, taşıdıkları paketin içerdiği tüm bilgiyi de beraberinde bulundurur. Her atom altı parçacık, sürekli olarak, bir miktar pozitif enerji alıp, bunun bir miktarını soğurup, bir miktarını ise yeniden saldığından, yeni salınan enerji parçacığı, kendisini salan atom altı parçacığın bilgi ve özelliklerini de barındırmaktadır. Dolayısıyla atom altı parçacıklar arasındaki enerji alışverişi, aynı zamanda bilgi alışverişidir. Enerjiyi soğuran parçacık, bunun içerdiği bilgiyi de soğurmaktadır.
Ham bilginin beyin hücrelerine depolanması:İnsanın çevresiyle ilişkisi de bu yöntemle sağlanır. Enerji parçacıkları, insan vücudundaki atom altı parçacıklar tarafından soğrulduğunda, taşıdıkları bilgi, sinir sistemi vasıtasıyla beyin hücrelerine taşınır ve burada depolanır. Buraya kadar, insanla diğer canlılar, hatta diğer varlıklar arasında (bilginin beyne taşınıp depolanması dışında) fazla bir fark yoktur.

Çünkü tüm atom altı parçacıklar arasında, enerji alışverişi suretiyle sürekli bir bilgi aktarımı mevcuttur. İnsanın diğerlerinden farkı, beyin hücrelerine depolanan bu bilgiyi, sınıflandırabilmesinde, kullanabilmesinde, bununla çevreyi tanımasında, evrensel gelişimi yöneten bilimsel yasaları tespit edebilmesinde, bunları kullanarak, evrensel gelişime müdahil olabilmesindedir. Burada önemli olan, depolanan bilginin, bilinçli olarak kullanımıdır. Bilinçli kullanım için, bilgi kaydının da bilinçli olarak yapılması gerekmektedir. Ya da, bilinçli depolanmış olmasa da, bu bilgiye bilinçli olarak ulaşabilmenin yolunu bulmak şarttır.
Her enerji paketi, ilişkili olduğu atom altı parçacıkla ilgili veya doğrudan kendisine ait bilgiyi de içermekte olup, bu bilginin depolanması, bu paketi soğuran atom altı parçacıkla, bu parçacıklar arasında iletişim sağlayan enerji forumunun frekansına bağlıdır. Frekans düşük ise atom altı parçacıklar arasında bilginin taşınması mümkün olmayacak, her parçacık, sadece, soğurduğu enerji paketinin kaba bilgisine sahip olabilecektir.

Ancak bu parçacıklar sistemli bir şekilde bir araya gelmiş ve bunlar arsında bilgiyi taşıyan yüksek frekanslı bir enerji formuyla bütünleşmiş ise birbirlerine bilgi aktarımı da mümkün olabilecek, üstelik aktarılan bilginin, bir parçacıklar grubuna depolanması imkânı ortaya çıkacaktır. İnsan yaşamı, bedenin hareket etmesini, gelişmesini, yenilenmesini sağlayan yüksek frekanslı enerjiden ibarettir. Özü itibariyle canlı cansız her cisim, atom altı parçacıklarla bunlar arasında sürekli olarak taşınan enerji paketlerinden müteşekkildir. Ancak canlılara ayırt edici vasfı sağlayan, bunların terkibindeki enerjinin yüksek frekanslı olmasıdır. Hayvanlar da bir yaşamsal enerji formuna sahiptir ancak frekansı düşüktür. Böyle olduğu için, hayvanlar da bilgi depolayabilir ama yaşamsal enerji formu düşük frekanslı olduğu için, depolayabildikleri bilgi sınırlıdır. Keza bu bilgiyi kullanma imkânı da sınırlıdır, çünkü yaşamsal enerji formu, sınırsız bilgi aktarımına müsait değildir.

Söylenenleri örnekleyelim: Herhangi bir cisme ulaşan ışık ışını (bunu taşıyan foton), cismin atom altı parçacıkları tarafından soğrulup, yeniden salındığında, o cismin parçacıklarının özelliklerini taşımaya başlar. O foton, insan gözüne ulaştığında, taşıdığı bilgi, sinir ağı aracılığıyla ve elbette enerji aktarımı yoluyla, beyin hücrelerine iletilir. Beyin hücrelerinde bu bilgi depolanır. Bu sayede, yani o cismin bilgisini taşıyan fotonun bu bilgiyi aktarması sonucunda, hem o cismi, rengini, şeklini büyüklüğünü görürüz, hem de bu bilgi, beyin hücrelerine depolanır. Aynı şekilde, fononla taşınan enerji de, taşıdığı bilgiyi, kulak hücrelerine iletir ve sinir sistemi aracılığıyla bu bilgi, beyne aktarılır. Bu sayede hem o sesi duyarız, hem de bu bilgi de beyin hücrelerine depolanır. İşte insanın çevresiyle bağlantısı, tam olarak bu şekilde bir enerji aktarımı ve bunu sağlayan sezilgen parçacıklar vasıtasıyla gerçekleşir.

İlk olarak, duyu organlarınca atom altı parçacıkları vasıtasıyla alınan bu bilgiyi, beyne aktaran ve orada depolanmasını sağlayan, yaşamsal enerji formudur. Bilimsel olarak söylemek gerekirse bu, “biyoelektirk enerji”dir. Evrende ve insanın çevresinde o kadar çok foton, fonon, graviton ve daha enerji taşıyan sezilgen parçacık mevcuttur ki, duyu organlarımızın atom altı parçacıkları, sürekli olarak bunlarla temas ve dolayısıyla, sürekli olarak, bunların taşıdığı kodların aktarım ve iletimi ile meşguldür. Vücut öyle bir programla çalışmaktadır ki, bu suretle alınan bilgi, sürekli olarak beyne depolanmaktadır. Ancak depolanan bilginin tasnifi ve insan tarafından kullanılması, bilginin depolandığı beyin hücre grupları arasındaki enerji akışının düzenlenmesi suretiyle gerçekleşir. Bir başka deyişle, sürekli olarak enerji (ve dolayısıyla bilgi) alışverişi içinde olan vücut, sinir sistemi ve yaşamsal enerji formu aracılığıyla, aldığı bilgiyi sürekli olarak beyin hücrelerine depolamaktadır ama bunların tasnifi, ancak, enerji alkışının kontrol edilmesi sayesinde mümkündür. Eğer insan, beyin hücrelerine depoladığı bilgiye ulaşmak, depoladığı bilgiyi, diğerleriyle ilişkilendirmek, bunu kullanarak tanımlar yapmak, bilgi grupları oluşturmak istiyorsa, hücre grupları arasındaki aktarımı sağlayan yaşamsal enerji formunu yönlendirmek zorundadır.

Bilinç ve bilinçaltı:İşte bilinç ile bilinçaltı arasındaki ilişki bu noktada yatmaktadır. Enerji ve buna bağlı bilgi aktarımı, sürekli olarak mevcuttur ve alınan bilgi, sürekli olarak beyin hücrelerine depolanmaktadır ama insan çoğu zaman, bu işleyişin farkında değildir. Bilinç, iki şekilde devreye girer: Birincisi olan bilinçli bilgi depolama işleminde irade mevcuttur, yani insan, bilgiyi sakladığını bilir, yaşamsal enerji formunu, bu bilgiyi istediği zaman geri çağırabilecek şekilde yönlendirir. İkincisi ise farkında olmadan depolanmış bilgiye ulaşmanın yollarını öğrenir, enerji formunu, bu bilgiyi çağıracak şekilde yönlendirir. Bu iki durumda, bilinçten söz etmek mümkündür. Enerji formunun irade dışındaki çalışmasıyla bilgi depolama ve bilginin yine irade dışında, vücudun otomatik çalışma sistemi içinde etkili olması ise zihnin, bilinçaltı olarak isimlendirdiğimiz durumudur.

Doğal olarak, insanın algılama gücü, yaşamsal enerji forumunun frekansının, çevresindeki enerji paketlerinin frekansı ile çakıştığı ölçüde yükselir. İnsan, algılayabildiği frekansın üstünde ve altında frekansa sahip enerji paketlerini ve bunların taşıdığı bilgiyi soğuramaz. Örneğin, mor üzerindeki ya da kırmızı altındaki frekansa sahip enerji paketlerini algılayamaz ve dolayısıyla göremez. Ancak bu frekanstaki enerjiyi soğurup, kendi algılayabildiği frekansa tahvil edebilen mekanizmaları gerçekleştirebildiği ölçüde, bunlarla taşınan bilgiye de sahip olabilecektir. Bunun yerine, yaşamsal enerji formunun, buna beyin enerjisinin de diyebiliriz, dalga boyunu ve dolayısıyla frekansını değiştirmeyi öğrenebilen insan, daha önce algılayamadığı enerji paketlerini algılayabilir, bunlarla taşınan bilgiyi depolayabilir. Evrende her şey iç içe ve birbiriyle bağlantılı olduğu için, işleyiş ve gelişme yasaları da onu teşkil eden tanecik ve enerji paketlerinden elde edilebilir.
Keşfetmek, önceden depolanmış bir bilgiyi gerektirir. Elbette keşif realiteye ilişkindir. Ancak öncelikle realitenin, insan tarafından algılanmış, onu temsil eden bilginin de beyin hücrelerine depolanmış olması gerekmektedir. Keşif, işe depolanan bu bilginin bilinçli kullanımı ile olguların yeni bir dizilimi, bilginin yeni bir gruplandırmasıdır. Böyle olduğu için keşif, bilinçli bir insani faaliyettir. İnsanın, farkına varmadan depoladığı bilgiye ulaşması da keşiftir. Bütün bu faaliyet, özünde, maddi bedenin, enerji formunu yönlendirme yeteneğine bağlıdır. Özetlersek, maddi bedenin, enerji formunu kontrol ederek depoladığı bilgi, bilinçli olarak edinilmiş bilgidir. Bu kontrol ve yönlendirme dışında depolanan bilgi ise bilinçaltı edinilmiş bilgidir. Bilinçaltı depolanan bilgi, bunlara erişmenin, yani bunları keşfetmenin yolu bilinmiyorsa, ancak, vücudun otomatik fonksiyonları itibariyle ve otomatikman kullanılabilir ki bu da bilinçaltının hayata geçmesinin yoludur. Buna karşılık bilinçaltı depolanmış olsa da, enerji formunu bu bilgiye ulaşacak şekilde yönlendirme, bilinçli bir keşif yoludur.

O halde, “insan, ancak keşfedebildikleri kadarını bilir” önermesi, doğrudur. Çünkü burada bilmekle kastedilen, bilgiyi bilinçli kullanma, tasnif etme, kavramları oluşturmadır. Görüldüğü gibi, ham bilginin insan beynine depolanması başka bir şeydir, bunun işlenmesi, bilince çıkartılması, tasnifi ve kullanılması başka şey. Bu sebeple keşfetme, son tahlilde, her zaman içe dönük bir faaliyettir: Bilinçsizce depolanmış ham bilginin işlenmesi, bir keşfetme yöntemidir. Bilginin bilinçli bir şekilde depolandıktan sonra işlenmesi de bir keşfetme yöntemidir. O halde, keşfetme, algılanan dış dünyaya ilişkin ham bilginin beyne depolanmasından sonra başlayan süreçtir. Bu anlamıyla keşfetme, bir bilgi edinme yöntemidir.

Bilgi edinme, beyin hücrelerine depolanmış ham bilginin işlenmesi yöntemi olunca, bu faaliyetin içe dönük olması zarureti ortaya çıkar. Biyoelektrik enerjinin, bilgiyi taşıyan beyin hücre grupları arasındaki hareketini kontrol etmek, yönlendirmek, yönetmek, en ciddi bilgi edinme yöntemlerinden birisidir. Bu yönetim sayesinde insan, depolanmış ham bilgiyi işleyebilir, tasnif edebilir, kavramlaştırabilir, somutu soyutlaştırabilir. Bunların tümü, doğru düşünme, düşünceyi yönetme yöntemleri ile elde edilebilecek sonuçlardır. Ancak ne olursa olsun, düşünceyi yönetme yöntemleri, içe dönük, beyin hücreleri arasındaki aktarımı sağlamaya yönelik yöntemlerdir. Elbette, bilgilenme sürecinde oluşturulan kavramlar, insanın realiteye dönük bakış açısını da belirleyecektir. Bu bakış açısına göre, bilinçli bilgi depolama faaliyeti, realitenin sadece belli alanlarının ve daha dikkatle gözlenmesini mümkün kılacaktır. Bu suretle edinilen bilgi, bakış açısının kaçınılmaz etkisi altında gerçekleşecektir, çünkü gözlem sonucu beyne yüklenen ham bilgi, işlenirken, bakış açısına göre tasnif edilecektir ki asıl bilgilenme süreci de budur. İşte burada, bütünsel bir felsefenin etkisi altında bilgilenme faaliyeti son derece büyük bir önem taşır. Böyle bütünsel bir bakış açısına sahip olan insan, ham bilgiyi işlerken, bu bakış açısının etkisi ile tasnif eder, değerlerini buna göre oluşturur ve yaşamını bu felsefe doğrultusunda yönetir. Bu bakış açısı ve bütünsel felsefe, insana, düşüncelerini yönetme imkânı sağlar. Düşüncelerini yönetebilen, yani enerji formunun hareketini yönlendirebilen insan, duygularını ve hayat hissini de kontrol edebilen insandır.
Sadece buraya kadar yapılan açıklama bile, bilinçli bilgi edinme faaliyetinin, içe dönük olduğunu ortaya koymaktadır: Dış dünya ile yapılan sürekli enerji ve buna bağlı bilgi alışverişi sonucunda, bilerek ya da istem dışı bir şekilde beyin hücrelerine depolanmış olan ham bilginin işlenmesi, bu hücre grupları arasındaki biyoelektrik enerji akışını kontrol edip, yönlendirebilmekten geçer.

Bu yönlendirme faaliyeti ise insanın dışında, dış dünyada değil, içinde gerçekleşir. Bunun dışında, tüm evreni yöneten evrensel gelişme yasasına vakıf olmak, bir yandan beynin depoladığı ham bilginin işlenmesine ihtiyaç duyar, diğer yandan, zaten bilince sahip yüksek frekanslı yaşamsal enerji formunun rasyonel kullanımına. Ancak bu son önerme, inançla da ilgili olduğu için, tartışma konusu yapmanın gereği de yoktur, yararı da. Önemli olan, sadece beyne depolanmış ham bilginin işlenebilmesi anlamında bilgilenme sürecinin dahi, içe dönük olduğunun ortaya konmasıdır.

Özetlersek, beyin hücrelerine depolanan ham bilgi, karmakarışıktır. Her bir enerji paketi, ilişkili olduğu evren parçasıyla ilgili karmakarışık bilgiler yumağını da birlikte taşımakta ve bu bilgi yumağı, beyin hücrelerine ayırt edilmeden depolanmaktadır. Bunu ayırt etme ve işleme görevi, yaşamsal eneri formunun frekansının artırılabilmesiyle ve doğru yönlendirilmesiyle yerine getirilebilecektir. Bu sebeple, yaşamsal enerji formunun frekansı yükseldiği ölçüde, beyne depolanan ham bilgiden, evrensel gelişme yasalarının çıkartılması; evrenin her köşesinden gelen fotonların bıraktığı karmakarışık bilgi yumağının tam bir analizi ve böylece evrenin gerçekliğinin kavranması mümkündür.

Dolayısıyla, evreni kavramak, evrensel gelişme yasalarını tespit etmek isteyen insan, yaşamsal enerji formunun (beyin enerjisi de denilebilir) frekansını dalga boyunu değiştirebilmeyi öğrenmek zorundadır. Bunu yapabildiği ölçüde, evrensel gerçekleri, dışarıdan değil, beyne depolanmış bilgi yumağından elde edebilecektir. Frekans değiştirebilmeyi öğrenmek ise içe dönük çalışmaları, düşünce yoğunlaştırma tekniklerini ve hepsinden önemlisi, negatif enerji kaynağı olan maddi bedenin isteklerinden uzaklaşıp, yüksek frekanslı bir enerji biçimi olan yaşamasal enerji formuna yaklaşmayı gerektirmektedir.

Mistik uygulamalar akıl dışı mıdır?Burada mistisizmin ve mistik faaliyetlerin sanıldığı gibi akıl dışı olmadığına dikkat çekmek gerekir. Tüm mistik felsefi akımların ortak yönü, dünyevi isteklere gem vurmak ve kendisi gibi ve kendisi kadar, diğer insanları da sevmekten geçer. Bu sonuca ulaşmak için önerilen ise yoğunlaşma yöntemleri uygulanmak suretiyle gerçekleştirilen bireysel deneyim teknikleridir. Bunların hemen tümünde, bu bireysel deneyimlerin yaşanabilmesi için, o ana kadar duyular yoluyla elde edilmiş her türlü bilginin dışlanması ve yok sayılması gerekli görülür.

Gerçek bilginin, duyular yoluyla değil, içe dönerek, iç dünyada bütünleşerek elde edilebileceği kabul edilir. İşte bu yönüyle mistisizmin akıl dışı olduğu, akla hücum ettiği, cahilleşmeyi hedeflediği ileri sürülmektedir. Ancak, mevcut bilginin tamamen dışlanması zaten mümkün değildir. Sadece bir başka bütünsel bakış açısına göre bilgi yeniden sınıflandırılabilir, ham bilgi yok edilemez ama bakış açısı ve tasnifi değişebilir. Bu açıdan bakıldığında, mevcut bilginin dışlanması ilkesi, sadece tasnifin yeniden yapılması, kavramların bu bakış açısına göre yenilenmesi anlamı taşımaktadır. Bu faaliyet de elbette beyin hücreleri arasındaki enerji akışının kontrolü sayesinde yapılacaktır. Yani dış dünyadan duyular yoluyla alınan ham bilginin, yeni bakış açısına göre yeniden işlenmesi söz konusudur. Dolayısıyla, mistik öğreti tersini ileri sürse de, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilginin tamamen devre dışı bırakılması, silinmesi gibi bir durum söz konusu değildir.
Üstelik bu faaliyette, zekânın dışlandığı da kabul edilemez, çünkü insan, yeni bakış açısına göre tasnifi, yine bu yeteneği sayesinde yapacaktır.
Bilginin içe dönerek edinilmesi süreci ise yukarıda açıklandığı gibi, akıl dışı bir davranış değildir.

Tekrar edelim ki, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilgiyi işlemek için, bu hücre gruplarına erişmek, beyin enerjisini (buna biyoelektrik enerji de denebilir, kullanmayı tercih ettiğim kavram, “yaşamsal enerji forum”dur), bu bağlantıları kuracak şekilde yönetmek gerekmektedir. Bu yöntemlerin keşfi ise doğal olarak içe dönük bir çalışmayla mümkündür. O halde, mistisizmin, bilgi edinme aracı olarak içe dönük çalışmayı öngörmesi, akıl dışı bir davranış değildir. Elbette mistisizm, içe dönük çalışmayı, sadece, hatta belki de hiçbir zaman, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilginin işlenmesi maksadıyla önermemektedir. Mistik öğretinin bu önermedeki asıl amacı, tanrısal olan, bütünsel ve mutlak bilgiye ulaşmaktır. Benliği yenmek suretiyle, tanrısal öz ile aradaki engellerin kaldırılmasıdır asıl amaç. Ancak felsefi bir tartışmada, inancı referans gösterme imkânı bulunmadığı için, akılcılık değerlendirmesini, bu asıl maksada göre değil, uygulanan yöntemin gerçek niteliğine göre yapmak daha doğru olacaktır.

Bu yönüyle bakıldığında ise, içe dönük çalışmaların tümü, ham bilginin, farklı bir bakış açısına göre yeniden işlenmesini sağlamaya yöneliktir. Böyle olduğu için de akıl dışı değildir. Sonuçta yeni, düşünme, düşünceyi yönlendirme ya da yönetme, bilgiyi yeniden tasnif etme yöntemleri araştırılmakta ve uygulanmaktadır.

Kişisel deneyim adı altında uygulanan yöntemler, düşüncenin yoğunlaştırılmasını sağlamaktadır. Düşüncenin yoğunlaştırılabilmesi ise, biyoelektrik enerji akışını yönetme imkânı sağlamaktadır. Böylece bu uygulamalar, dayandıkları felsefi temel tersini ileri sürse de, beynin ve onun türevi zekânın en etkili kullanım yollarını hayata geçirmektedir.

Mistisizmde öngörülen bütünsel bakış açısı ise hiçbir şekilde insanın kendisini kurban etmesi temelinden yükselmemektedir. İnsanın nefsini yenmeye çalışması, kendisini yok etmesi demek değildir. Başkasını sevmek, başkası için çalışmak, kendisini feda etmek değildir. Mistik bakış açısı, evreni bütünsel olarak görebilmeye yöneliktir ve buna göre her şey, tanrısal özün bir tezahür biçiminden ibarettir. Buna kişinin kendisi de dâhildir. Burada temel alınan görüş, başkasını da kendisi gibi görebilmektir; başkasını da kendisi gibi sevebilmektir; yaratığı, yaratandan ötürü sevebilmektir.

Bunun için kendisini sevmekten vazgeçmek, kendini feda ya da kurban etmek gerekmez. Çünkü kendisi de yaratanın bir tezahür biçimidir. Bunlar, savunma amaçlı olarak yazılmamıştır. Ya da amaç, tanrısal özün varlığını tartışmak, mistik felsefinin doğruluğunu ispatlamak değildir. Amaç, mistik inanışa göre dahi, kendini kurban etme gerekliliğinin bulunmadığını ortaya koymaktır. Üstelik kendini dünyanın merkezine koyan düşünceye nispetle, başkası için çalışabilmeyi, başkasını kendisi gibi sevebilmeyi öğütleyen düşünce, çok daha rasyoneldir. Çünkü iş güç, emek ve bilgi paylaşımı, gönüllülük esasına göre gerçekleştirilebildiği takdirde, üretim, bilim, teknoloji artışı çok daha hızlı gelişir ve bu, ortak refahın artması, insanın kendisinin de çok daha iyi koşullarda yaşaması anlamına gelmektedir.

Oysa insan, dünyanın merkezine kendisini koyduğu takdirde, bu tüm insanlık için geçerli bir ilke olacağına göre, iş bölümü, dayatma esasına göre kurulur ve bu, ciddi bir kaynak israfı anlamı taşır. Çünkü bu düşünceye göre, insanın çevresindeki her şey ve diğer insanların iş gücü de, onun istifadesine sunulmuş araçlardır. Herkes karşısındakine böyle baktığı sürece, güçlü olan, diğerine işini dayatabilir, güçsüz olan ise iş bölümüne mecburen riayet eder. Bu sistemde, güçlü olan toplumsal sınıflar, üretim ağının dışında, paylaşım ağının içinde yer alır ve işte bu olgu, ciddi bir kayna israfına sebebiyet verir.

Son olarak, tüm dinler için en dogmatik inanç sistemlerini esnekleştiren, bireysel deneyime verdiği önemle, kişisel özgürlük alanını geliştiren mistisizmdir ve bunun, tarihsel bağlamı dışında değerlendirilmesi de yanlıştır.
Av. M. İhsan DARENDE

Hiç yorum yok: