25 Temmuz 2007 Çarşamba

EN SEFİL İNSAN AMAÇSIZ OLANDIR

"Hayatım ve ona olan sevgim üzerine yemin ederim ki asla başkalarının hatırı için yasamayacağım, ne de onlardan benim hatırım için yasamalarını isteyeceğim.": John Galt Galt'ın bu sözü objektivist etiğin dramatize edilmiş bir özetidir. Herhangi bir etik sistem, temellerini zimnen veya açıkça metafiziğe dayandırır veya metafizikten alır. Objektivizmin metafizikten aldığı etik temellerine göre mantık insanin hayatta kalmak için en temel aracı ise, rasyonalite de en yüksek erdemidir. Aklını kullanmak, gerçekliği algılamak ve ona göre eylemde bulunmak insanin ahlaki zorunluluğudur.

Objektivist etiğin değer standardı, insanin insanca vasıflarını muhafaza ederek yasaması, yani insan hayati için, ya da diğer bir deyişle rasyonel bir varlığın kendine yakışır şekilde hayatta kalması için gerekli olan neyse odur. Objektivist etik özünde insanin kendi iyiliği için yasadığını, kişisel mutluluğunun en yüksek ahlaki amacı olduğunu ve ne kendini başkaları için ne de başkalarını kendisi için feda etmemesi gerektiğini savunur.
A

tlas Shrugged'ın kadın kahramanı :"temel bir suçluluk duygusu yasamaya muktedir değildi" der. Herhangi bir ahlaki sistem suçluluk duygusu olmadan varolabilir mi? Bu cümledeki anahtar kelime "temel"dir. Temel bir suçluluk duygusu burada kişinin kendi davranışlarını değerlendirme ve yanlışlarından pişman olma anlamında kullanılmıyor. Temel suçluluk duygusu insanin yaradılış itibarıyla kötü ve suçlu olduğu anlamına geliyor.Ebedi günah gibi..Ebedi günah olgusu romandaki kadın kahramanın, benim veya herhangi bir objektivistin kabul edemeyeceği veya duygusal olarak yasayamayacağı bir histir. Ebedi günah kavramı ahlaki dışlayan bir kavramdır.

Eğer insan yaradılış itibarıyla suçlu ise bu konuda tercih hakki yok demektir. Tercih hakki yok ise konu ahlakin alanına dahil değildir. Ahlak sadece insanin hür iradesinin hakim olduğu alanda yani onun tercihine açık konularda söz konusu olabilir. İnsanoğlunu yaradılış itibarıyla suçlu kabul etmek kavramsal bir çelişkidir. Kahramanım belirli bir eylemi hakkında suçluluk duyabilir. Ancak kendine saygısı olan yüksek ahlaki değerlere sahip birisi olarak eylemleriyle suçlu olmayı hak etmedigini görmektedir.

Tamamıyla ahlaka uygun hareket edecek ve bundan dolayı hak etmedigi bir suçluluk duygusunu kabul etmeyecektir.
Atlas Shrugged'da ana karakterlerden birine "En sefil insan tipi nedir?" diye soruluyor. Cevap ta: "Bir sadist, katil, seks manyağı veya diktatör demiyor. "Amaçsız biri" diyor.Hayatlarını açıkça tanımladıkları bir amaçları olmadan devam ettiren çoğu insan sefil bir yaşam sürmekte?Çünkü tüm kötülüklerin kökeninde bu yatıyor. Sadizim, diktatörlük ve herhangi bir kötülük insanin gerçeklikten kaçmak istemesi sonucudur. Düşünememesinin sonucu? Amaçsız bir adam gelir geçer duyguların ve tanımlayamadığı dürtülerin etkisiyle oradan oraya savrulan ve kendi hayatinin kontrolünü tamamen kaybettiği için her türlü kötülüğü yapmaya muktedir biridir. Hayatinizi kontrol etmeniz için bir amacınız olması gerekir. Üretken bir amaç?
"Hitler ve Stalin kendi hayatlarını kontrol edemiyorlar miydi.Açık bir amaçları yok muydu?" diye sorabilirsiniz:

Tabii ki hayır. Hayatlarının gerçek anlamda birer manyak olarak sona erdiğine dikkatinizi çekerim. Kendilerine saygıları olmadığı için tüm varoluştan nefret etmişlerdir. Bu gibilerin psikolojisi Atlas Shrugged'taki James Taggart karakteriyle özetlenebilir. Amacı olmayan fakat bir şeyler yapmak durumunda olan birisi diğerlerine zarar vermek için hareket eder. Bu üretken veya yaratıcı bir amaçla ayni şey değildir.
Merkezi bir amaç insan hayatındaki bütün diğer ilgileri düzene sokar; değerlerinin hiyerarşi ve görece önemlerini saptar, anlamsız iç çelişkilerden uzak tutar, hayattan daha geniş ölçekte keyif almasını ve bu keyfi aklinin hakimiyetine açık olan her alana taşımasını sağlar. Amaçsız birisi ise kaos içinde kaybolur gider. Değerlerinin ne olduğundan habersizdir. Nasıl karar vereceğini bilemez. Kendisi için neyin önemli neyin önemsiz olduğunu saptayamadığı için rasgele etkilerin ve anlık kaprislerin insafına bırakır kendini. Hiçbir şeyden zevk alamaz.Hiçbir zaman bulamayacağı bir değeri ararken hayatını harcar.

Mantık insan bilgisinin aracıdır. Gerçekliği algılamamızı sağlayan işlevdir. Rasyonel davranmak demek gerçeğe uygun davranmak demektir. Duygular ise algılamanın aracı değildirler. Ne hissettiğiniz size gerçekler hakkında hiç bir şey anlatmaz; sadece gerçekler hakkındaki tahminlerinize dair bir izlenimdir. Duygular değer yargılarınızın sonucudurlar. Bilinçli veya bilinçsiz olarak kazandığınız, doğru olabileceği kadar yanlış da olabilecek temel önkabullerinizin sonucudurlar. Kapris ise sebebini bilmediğiniz ve öğrenmeye de zahmet etmediginiz bir duygudur. Peki "kaprislerle hareket etmek" ne demek oluyor? Bu, insanin bir zombi gibi neyle uğraştığını, ne başarmak istediğini veya onu neyin motive ettiğini bilmeden yasamasıdır. Bu insanin geçici bir delilik hali içinde yasaması demektir. Renkli veya keyifli dediğiniz bu mu? Bu durumdan alınabilecek yegane keyfin, canilerin kan dökerken aldığı keyfe benzeyeceğini düşünüyorum.

Gerçeği reddederek eylemlerde bulunmak sadece yıkım getirebilir.
Duygularımızın olması gerektiği yerde durmalarına dikkat etmeliyiz. Duygular insanin değerlerle ilgili ön-kabullerinin otomatik birer tepkisidirler. Sebep değil sonuçturlar.İnsan eğer mantığı ve duyguları arasındaki ilişkiyi doğru kurabiliyorsa bu ikisi arasında mutlaka bir çatışma, ya birini ya öbürünü seçmek zorunda kalacağımız raddede bir çelişki olmak zorunda değildir.Rasyonel insan, duygularının kaynağını, sahip olduğu hangi önkabullerden kaynaklandıklarını bilir veya keşfetmek için çaba harcar.

Eğer önkabulleri yanlış ise düzeltir. Asla güvenemeyeceği ve anlamlarını tam kavrayamadığı duyguların esiri olarak hareket etmez. Bir olayı değerlendirirken tepkilerinin nedenini ve hakli olup olmadığını bilir. İç çelişkilere sahip değildir; aklı ve duyguları yekparedir; bilinci mükemmel bir uyum içindedir. Duyguları düşmanı değil hayattan keyif almasını sağlayan araçlardır. Fakat duyguları rehberi değildir; rehber aklıdır. Ne var ki bu ilişki tersine çevrilemez. Eğer kişi duygularını sebep aklini ise duygularının edilgen bir sonucu olarak tasavvur ederse; yani eğer duyguları tarafından kontrol edilir ve aklini duygularını rasyonalizm etmek veya meşrulaştırmak için kullanırsa o zaman gayri ahlaki hareket ediyor demektir.Böylelikle kendini zulmüne, başarısızlığa, yenilgiye mahkum etmiş olur. Kendinin ve başkalarının mahvolmasından başka hiç bir şey başaramaz

AV.M.İhsan Darende

İNSAN

İnsan, bir değerler sistemidir. Çevresindeki her şey, insan için bir değer ifade eder. İnsan için değere sahip olan, sadece madde değildir. Duygu ve düşünceler, yargılar, kurallar, madde üstü varlıklar da insan için belli bir değere sahiptir İnsan bu maddi ve madde dışı varlık ve olgulara değer atfederken, sürekli olarak etkileşim içinde olduğu yakın ve uzak çevresindeki verileri esas alır, bu verileri akıl süzgecinden geçirir, kimisini kabul eder, kimisini değiştirir, geliştirir. Ancak her durumda, çevresinde oluşan değerler sistemi ile sürekli bir etkileşim halindedir.
Öte yandan insan, diğer canlılardan farklı olarak, parçası olduğu tabiatı dönüştürme imkanına sahiptir. İnsan, sadece tabiata uyum sağlamakla kalmaz; gelişimi düzenleyen yasaları tespit edebildiği ölçüde, bunları, işine yarayan dönüşümleri elde etmede kullanır ve bu ölçüde tabiata bağımlılığını azaltır.
İnsanın, evrensel gelişimi düzenleyen yasaları tespiti, ancak diğer insanların varlığıyla, onlarla iş birliği içinde düşünüp çalışmasıyla mümkün olur. Yine bu yasaları uygulayarak tabiatı değiştirip dönüştürmesinde de, diğer insanlarla iş birliği içinde çalışması gerekmektedir. Tek başına yaşayan insan, yaşamını sürdürebilir ancak, tabiatı dönüştüremez, yasaları tespit edemez, kendini geliştiremez ve tabiata tümüyle bağlı kalmaya devam eder.
O halde insanın iki yönü bulunmaktadır: Sosyolojik yönden, diğer insanlara bağımlıdır; biyolojik yönden, onlardan bağımsız olarak yaşayabilmektedir. Sosyolojik gelişimi belirleyen yasa, insanın sosyolojik bağımlılığı ile biyolojik bağımsızlığı arasındaki çatışmadan kaynaklanmaktadır1. İnsan dış dünyayla ilişkilerinde, biyolojik bağımsızlığının etkisiyle, hep ben merkezli davranır. Çevresindeki her şeyin, kendi istifadesine sunulmuş araçlar olduğunu kabul eder ve bu sebeple, çevresindeki her şey gibi, insanları ve onların iş gücünü kullanmak ister. Böyle olunca, insanlığın tabiata karşı bağımsızlığı mücadelesinde vazgeçilmez unsur olan iş bölümü, gönüllülük esasına göre değil, dayatma prensibine göre kurulur. Bu durumda ise daha güçlü olan, diğerlerine iş bölümünü dayatma imkanına sahiptir. İş bölümünü dayatma gücüne sahip olan, bunun sonuçlarını da belirleyecektir. Böyle olunca, toplumlarda, iş bölümünü dayatma gücüne sahip olan insanların, diğerlerinden farklı sınıflar oluşturduğunu, insanlar ve sınıflar arasındaki mücadelenin, iş bölümünü dayatma ve sonuçlarını belirleme üzerine yapıldığını görürüz.
İnsanın değerleri, çevresiyle etkileşim içinde oluşup geliştiğine göre, bunların oluşumunda en güçlü etken, doğal olarak insanlar ve sınıflar arasındaki mücadeledir. Çünkü her insan bilinçi ya da değil, bu mücadelenin içindedir ve mücadelesinde, sahip olduğu değerler, en önemli araçlar olarak yer almaktadır: Mücadele azmi ne kadar güçlüyse, mücadele gücü o kadar yüksektir. Bu azmi sağlayan ise sahip olduğu değerler ve bu değerlere bağlılığıdır. Ancak asıl kargaşa da buradan doğmaktadır. Çünkü iş bölümünü dayatma gücüne sahip olanlar, diğerlerine göre sayıca çok daha azdır. Buna rağmen istedikleri iş bölümü örgütlenmesini sağlayabilmeleri, salt güçle gerçekleştirilemez. Özellikle, toplumsal çerçevenin büyümesi; toplulukların diğerleriyle entegre olarak daha üst seviyede toplumsal yapılar kurması, bu örgütlenmenin, sadece güce dayalı olarak gerçekleştirilebilmesi imkanını ortadan kaldırmıştır. Örneğin, en küçük sosyolojik birim olan ailede, sadece fiziksel güç dahi, iş bölümünü dayatma imkanı açısından yeterli olabilmektedir; erkek kadına, ebeveyn çocuğa, sadece fiziksel güçle bile istediğini yaptırma imkanına sahiptir. Ancak daha üst toplumsal yapılarda, örneğin ulusta, sadece güce dayalı bir iş bölümü tesisi mümkün değildir. Bu sebeple, güçlü olanlar, karmaşık toplumlarda, istedikleri örgütlenme biçiminin tesisi için, kitleleri ikna etmek zorundadır. İşte değerlerin oluşumuyla ilgili kargaşa da burada meydana gelmektedir. Çünkü hakim sınıflar, istedikleri örgütlenme biçimine kitleleri ikna edebilmek için, uygun motivasyon araçları bulup geliştirmektedir. Bu motivasyon araçlarını, ideologlarıyla el ele oluşturup, kitlelere empoze etmektedirler. Dolayısıyla her ideoloji, aynı zamanda, kitleleri ikna amacıyla oluşturulan yeni bir değerler sistemi niteliği taşımaktadır. İnsanın değerleri de, çevresiyle etkileşim sonucunda şekillendiğinden, çoğu kez yapay olarak oluşturulmuş, uyutmaya yönelik ideolojik değerler, bu hususta etkili olmaktadır.
Bu anlamda, değişmeyen, mutlak doğru ve mutlak adil değerler var mıdır? Yoksa insanı sürekli olarak etkileyip değiştiren değerler sistemi de sürekli olarak değişmeye mi mahkumdur?
VARLIK FELSEFESİMateryalizm açısından incelendiğinde, mutlak değerlerin bulunduğunun kabulü mümkün değildir. Çünkü madde, sürekli değişmekte ve gelişmektedir. Yönlendirici başka bir güç de olmadığına göre, madde değiştikçe, onun bir türevi olan insanın ve değerlerinin de değişmesi kaçınılmazdır.
İdealist açıdan bakıldığında ise maddeyi ve gelişimini belirleyen bir mutlak güç olduğuna göre, bu mutlak güç tarafından belirlenmiş mutlak değerler de bulunmalıdır. Kanımca, evrensel gelişimi belirleyen yasaların varlığı kabul edildiği halde, bu yasaları belirleyen bir gücün, bir mutlak aklın varlığını reddetmek çelişki oluşturmaktadır. Çünkü her yasa, mutlak olarak onu belirleyen bir güç ve aklın sonucudur. Yasa varsa, yasa koyucu da olmak zorundadır. Bilimsel tespitlerle isimlendirilen yasaların tümü, materyalist felsefenin de kabulündedir. Hatta, materyalizmin temeli bu bilimsel yasalardır. Fizik yasaları, kimya yasaları, biyoloji yasaları vs. materyalist felsefenin de kabulündedir. Ancak bunların kendiliğinden olduğu, maddenin özüne ilişkin bulunduğu ileri sürülmektedir. Oysa bilimin açıklayamadığı, tekilliklerdeki yasaya uymazlık, yasanın kendiliğinden olduğu iddiasını havada bırakmaktadır:
Evrenin sürekli genişlemekte olduğu bilimsel bir gerçekliktir. Bu genişlemenin, evrensel gelişme yasaları çerçevesinde gerçekleştiği de izahtan varestedir. Ancak, evren halen genişlediğine göre, süreci tersine çevirince, karşımıza bir tekillik veya bir başlangıç noktası çıkmaktadır. Çünkü evren bir milyon yıl önce, şimdikinden daha küçüktü. Bir milyar yıl önce ise, ondan da küçüktü. Tarih daha da geriye gittiğinde işte ya bir başangıca ya da bu tekilliğe ulaşmaktayız. Bilim insanlarının “büyük patlama” dediği ana geldiğimizde, karşımıza tekillik çıkmaktadır. Materyalizm bunu, bir tekil durum olarak adlandırmaktadır. Bundan öncesi yokluk olarak kabul edilmediği için, belirtilen durumda maddenin sonsuz yoğunlukta ve sıfır hacimde olduğu ileri sürülmektedir. Bununla birlikte, bu durumda, bilimsel yasaların uygulanamayacağı da kabul edilmektedir2. Çünkü bu durumu açıklayacak hiç bir bilimsel yasa yoktur. Bilimsel yasalar, bu tekillik anında geçerliliklerini kaybetmektedir.
Bilimsel yasaların geçerliliğini kaybettiği böyle bir tekillik varsa, bunların maddenin özünden kaynaklandığını, kendiliğinden var olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Çünkü kendiliğinden olan, özden kaynaklanan, her durumda geçerliliğini sürdürmelidir: Eğer büyük patlama, bir başlangıç anı değil de, bir tekillik ise tüm yasaların o tekillik içinde de varlığını sürdürmesi gerekirdi. Eğer yasa, bu durumda geçerliliğini yitiriyorsa, maddenin kendisinden kaynaklanmıyor demektir: Tekillik diye adlandırılan olgu, maddenin bir durumu değil, bir başlangıç anı olmalıdır.
Aynı şekilde aklın, maddenin türevi olduğunu kabul etmek de imkansızdır. Çünkü madde yokken ya da ilk tekillik durumunda akıl da olmasaydı, maddenin gelişimini belirleyen yasanın ihdası gerçekleşemezdi. Çünkü materyalizm açısından akıl, maddenin türevidir ve onun gelişmesiyle ortaya çıkar: Madde gelişerek canlıyı oluşturur, canlı gelişerek insanı oluşturur, insan zekayı geliştirir ve bu gelişim aklı ortaya koyar. Bu açıklamaya göre aklın, bahsedilen ilk tekillik durumunda varlığı kabul edilemez. Bu durumda bir akıl da yoksa ve aynı durum için uygulanabilen bilimsel yasalar bulunmuyorsa, sonraki gelişimi belirleyen yasalar nasıl ortaya konmuştur?
Gerçekten de, maddenin gelişimini belirleyen bir yasalar silsilesi -ki kanımca belirleyebildiğimiz tüm bilimsel yasalar, bir tek evrensel gelişme yasasının çeşitli görüntülerinden ibarettir- mevcuttur ve bu, başlangıç anından ya da ilk tekillik durumundan, yani büyük patlamadan itibaren yürürlüktedir. Ancak büyük patlama, bir başlangıç anı değil de, maddenin sonsuz yoğunluk durumu olarak kabul edildiğinde, bu yasalar bu durum için geçerliliğini kaybetmektedir. Üstelik bu durum için henüz aklın varlığını, en azından geliştiğini ileri sürmek mümkün değildir. O halde bu yasalar nasıl ortaya çıkmıştır? Maddenin özüne ilişkin değildir, çünkü maddenin en az bir durumu için uygulanmamaktadır. Bu yasaların, maddenin ürettiği aklın disiplini olduğu da kabul edilemez, çünkü, aynı durum için yasa koyacak kadar gelişmiş akıldan söz etmek mümkün değildir. Ancak bu tekil durumun sonrası için geçerli ve değişmez bir yasa ya da yasalar silsilesinin varlığı da kesindir. O halde bu disiplini oluşturan başka bir aklın varlığı zaruridir. İşte bu, mutlak akıldır; maddenin dışında olan akıldır.
Mutlak akıl-mutlak güç, madde ve enerjinin birbirine dönüşebilen temel yapı taşını ve bunların ne surette birbirine dönüşebileceğini, nasıl gelişeceğini belirleyen temel yasayı yarattı. Bundan sonraki tüm gelişim, bu değişmez yasa çerçevesinde gerçekleşmektedir. Bu çerçevede, darvinizmle dinsel bakış açısı çatışmamaktadır. Çünkü canlının sudan çıkması, gelişerek çok hücreli yapıya dönüşmesi, onun da gelişerek insanı oluşturması, mutlak aklın koyduğu temel gelişme yasası çerçevesinde ise bunun, dinsel metinlerin özünde yatan yaratma olgusuna ters düşen bir yanı yoktur. Gerçekten de gelişen temel yapı taşını yoktan var eden, yani insana dönüşen maddeyi yaratan, mutlak güçtür. Bu temel yapı taşının, insanı oluşturması için geçen süreci yöneten yasayı yaratan da aynı mutlak güçtür. Yani tanrının yoktan varettiği temel yapı taşı, yine tanrının ihdas ettiği evrensel gelişme yasasına tabi olarak insana dönüşmüş ise insanı tanrının yarattığı kuşkusuzdur. Önemli olan, dinsel metinleri doğru yorumlamak; yani özünü anlamaktır. Bu da tabii ki insanlığın gelişimiyle paralel olarak gelişecektir. İnsanlık, tabiatla olan mücadelede çevresini tanıdıkça, varlığını anladıkça, bilgisini artırdıkça, bilimsel yasaları kavradıkça, dinsel metinler hakkındaki anlayış ve yorumu da değişecek ve gelişecektir.
Mutlak akıl, maddenin her zerresinde, enerjinin her biriminde varlığını sürdürmektedir. Çünkü her şeyin özüdür. Tabii ki, evrenin gelişiminin, kendi ihdas ettiği yasalar çerçevesindeki seyrine müdahale etmektedir. Ancak bu müdahale, her bir zerrede tecelli eden varlığı vasıtasıyladır. İnsan, zekası geliştikçe, evrensel gelişme yasalarını daha büyük ölçekte kavramaktadır. Her geçen an, o ana kadar elde ettiği bilgi birikimine yenilerini eklemekte, her geçen gün, evrensel gelişme yasasının bir başka yönünü keşfetmektedir. Bunlara nüfuz ettikçe, gerçekliği daha iyi kavramakta, aynı zamanda bu yasayı, işine yarayacak şekilde kullanmayı öğrenmektedir. Böylece evrensel gelişimin seyrine müdahale edebilmektedir. İnsanın diğer canlılardan farkı, yaşam enerjisinin daha yüksek frekanslı olmasıdır. Frekansın yüksekliği, mutlak akla yakınlaşmayı sağlar. Mutlak akla yakınlaştıkça, evrensel gelişme yasası daha rahat kavranır ve evrensel gelişimin seyrine müdahale daha da kolay hale gelir. Bu daha yüksek frekanslı yaşamsal enerji formunda daha da etkili sonuçlar doğurur. Kısaca mutlak aklın, evrensel gelişme seyrine müdahalesi, belirtilen surette gerçekleşir.
İşte bu amaçla, yani, evrensel gelişimin seyrine olumlu müdahale için, yaşamsal enerji frekansını yükseltebilmek önemlidir. Çünkü frekans yükseldikçe, mutlak bilgiye ulaşma yolu kısalmaktadır. Mutlak akıl, bu amaca ulaşmanın yollarını da göstermiştir: Negatif enerji kaynağı olan kütleden kaçmak; pozitif enerji kaynağına yönelmek. Madde, atom altı parçacık seviyesinde incelendiğinde, çok daha kaba frekanslı enerji formudur. Frekans düştükçe, yoğunluk artar ve kütle, hareketi olumsuz yönde etkiler. Burada da ciddi bir enerji yoğunlaşması vardır ama bu, hareketi sağlayan değil, engelleyen enerjidir; bu sebeple negatiftir. O halde yaşamsal enerjinin frekansının yükselmesi, negatif enerji kaynağı olan madde boyutundan uzaklaşmakla mümkündür. Madde boyutuyla insan, biyolojik bağımsızlık yanılsaması sebebiyle sonsuz ve sınırsız istekler içerisindedir. Üstelik sosyoljik bağımlılığını da göz ardı ederek, çevresindeki herkesi ve herşeyi kullanma eğilimindedir. Ancak bu onu, negatif enerji kaynağına yakınlaştırır. Oysa frekansın yükselmesi, bu kaynaktan uzaklaşmasına bağlıdır.
MADDE VE ENERJİDEN OLUŞAN İNSANYukarıda, toplumsal gelişmeleri şekillendiren temel çelişkinin, sosyolojik bağımlılıkla biyolojik bağımsızlık arasında gerçekleştiği açıklanmıştı. Aslında bu temel çelişki, bir başka çelişkinin dışarıya yansıyan biçimidir: İnsanın maddesel yapısıyla, ona hareket sağlayan yaşamsal enerji formu arasındaki çelişki... Maddesel yapı, yani fiziksel beden, biyolojik bağımsızlık yanılsamasının kaynağıdır. Çünkü varlığını sürdürmek için sonsuz ihtiyaçlar içinde olan maddi beden, bu ihtiyaçların giderilmesi için de sonsuz isteklere sahiptir. Oysa maddi bedene yaşam sağlayan enerji formu, bütünselliğin bilincindedir. Frekansının yükekliğiyle orantılı olmak üzere, mutlak akıl ile doğrudan bağlantılı olan, bu enerji formudur. Yaşamsal enerji, evrende var olan -madde ya da enerji- her şeyin, aynı bütünün parçası olduğunun bilincindedir; biyolojik bağımsızlığın bir yanılsama olduğunun, maddi forma yaklaşmanın, frekansı düşüreceğinin farkındadır. Maddi bedenle enerji formu arasındaki bu ilişki, çatışma şeklinde kendisini gösterir. İlişkinin belirlendiği yer maddi bedene ait bir parçadır; beyin... Bu ilişkide üstün ve belirleyici olan maddi bedendir. Çünkü, enerji formu, bedenin yapısı ve yetenekleriyle bağlıdır. Beden, dış bir uyaranla karşılaştığında, bunu beyne aktarır. Beyin, kayıtlı bilgileri kullanarak, buna uygun emri verir. Enerji formu, emri yerine getirmek için gereken gücü sağlar. Enerji formu, dış uyarıların beyne aktarılmasında etkili olduğu gibi, bilginin kayıtlı olduğu beyin hücre grupları arasındaki ilişkiyi sağlayan da odur. Dolayısıyla enerji formu, hem bilgi kaydının aracıdır; hem bu bilginin kullanımının; hem de bilginin kullanımı sonucunda beynin verdiği emri hayata geçirmenin... Beyne bilgi kaydı, bilinçli olabileceği gibi, bilinç dışı kayıt da mümkündür. Çünkü enerji formu, sürekli olarak hareket halindedir ve bu hareket, sürekli olarak beyne kayıtla sonuçlanmaktadır. Bilinçli kayıt, maddi formla, enerji formunun uyumlu çalışmasının sonucudur. Bilinç dışı kayıtta ise bu uyum yoktur: Enerji formu, sürekli faaliyette olduğundan, maddi formun dış dünyadan aldığı bir çok uyarının beyne kaydını sağlar. Bilinç dışı yapılan kayıtta da, ilgili dış veriyle karşılaşıldığında, aynı mekanizma devreye girer ve beyin gereken emri verir. Ancak bu durumdaki insan, verilen emrin bilincinde değildir; bu sebeple emirlerin çoğunu bilinçaltı yürütür.
Beyne yüklenen bilginin kaynağı, kural olarak madde dünyasıdır. Maddi bedenin dış dünyayla, duyular vasıtasıyla kurduğu ilişki, bilginin kaynağıdır. Ancak enerji formunun mutlak akla ve mutlak bilgiye yakınlığı dolayısıyla, onun bilgisi çok daha gerçekçi ve çok daha doğrudur. Üstelik beyne kaydedilen bilgide, sadece maddi beden değil, yer yer enerji formu da etkilidir. Bilhassa, bilimsel çalışmada en önemli bilgi kaynağı olrak kabul edilen sezgi, enerji formundan kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde, “altıncı duyu” olarak isimlendirilen sezgisel bilgi de enerji formundan kaynaklanmaktadır.
İşte evrensel gelişimde etkili olan çelişki, madde formla enerji formu arasında ortaya çıkandır. Enerji formu, maddi bedenin yukarıda açıklanan şekilde beliren komutlarını yerine getirir. Yer yer, maddi formu etkileyerek, olumlu bilgi kaydını temin etse de, asıl olarak onun sınırlarına tabidir. Çünkü emirleri veren beyindir ve maddi formun parçasıdır. Enerji formu, bilgi kaydında kural olarak sadece bir araçtır. Bu sebeple, bilginin doğruluğunu tartışma ve yanlış bilginin kaydını engelleme imkanı yoktur. Aynı şekilde, beynin verdiği emrin doğruluğunu tartışma ve yanlış emri reddetme gücü de bulunmamaktadır. Bu açıklama ışığında, evrensel gelişimin seyrine müdahale, insanda, madde formun sınırlarına tabi olarak enerji form tarafından yapılmaktadır. Nasıl ki, her bir birey, madde ve enerji formundan ibaret, bir çok mikro organizmanın birleşmesiyle oluşmuş ise, toplum da, bir çok insanın birleşmesiyle teşekkül etmiştir. İnsanın, kendisini oluşturan mikro organizmaların enerji formlarından daha yüksek frekanslı bir enerjiye sahip ollması gibi, kollektif bilince sahip olabilen toplum da, bireylerin sahip olduğundan daha yüksek frekanslı bir enerji doğurur. Bu da, evrensel gelişime vasıtalı müdahalenin kaynaklarından biridir. Bundan daha da yüksek frekanslı enerji formlarında ise maddi forma ihtiyaç yoktur ve evrensel gelişime doğrudan müdahale bu vasıtayla yapılmaktadır.
İNSANİ DEĞERLERİN OLUŞUMUMutlak aklın, evrensel gelişim seyrine olumlu müdahaleyi mümkün kılmak için, insanlığa gönderdiği mesajlar, özü itibariyle değişmez ve mutlak değerleri ihtiva etmektedir. Ancak insan, maddi formun sınırlarına tabi olduğu için, bu mutlak değerleri de tabi olduğu sınırlandırma çerçevesinde algılayıp anlamaktadır. Bu sebeple de, kendisini geliştirdikçe, bunlara ilişkin anlayışı farklılaşmakta ve gelişmektedir. Mutlak aklın gösterdiği değerler mutlaktır ama insanın bunlara verdiği anlam değişkendir. İnsanlık geliştikçe, mutlak değere, gerçeğine daha yakın anlam verilmektedir. Bu demektir ki, insanı yönlendirip şekillendiren mutlak değerler de, anlaşılıp uygulanması yönünden, insanın gelişimine paralel değişkenlikler arz etmektedir.
Dolayısıyla insan, değerlerini oluştururken, maddi bedenden gelen aşırı isteklerin etkisinden, biyolojik bağımsızlık yanılsamasından kurtulmak zorundadır. Sadece materyalist açıdan bakıldığında dahi, insanı diğer canlılardan farklı kılan, sosyolojik bütünlüğüdür. O halde asıl değer, insanın diğerlerinden aldığı değil, insanlık için verdiğidir; insanlığın gelişimine sağladığı katkıdır. O halde insan, sahip olduğu ürünlerle değerlendirilme yanılsamasından da kurtulmak zorundadır. Çünkü sahip oldukları, insanlığa verdikleri değil, insanlardan aldıklarıdır. Biyolojik bağımsızlık yanılsaması, insanın, sahip olduklarıyla değerlendirilmesine yol açmaktadır. Dayatma temelinde kurulan toplumsal örgütlenmeler de, bu şekilde kurulan değerler sistemini pekiştirmektedir. Çünkü değerler, dış dünyayla ilişki çerçevesinde geliştiğinden, güç, bu değerlerin en yükseği olarak kabul edilmektedir. İş bölümünü örgütleme gücüne sahip olan insan ve sınıflar, bunun sonuçlarını da belirlediklerinden, ürünün önemli kısmına sahip olmaktadır. Dolayısıyla sahip olunan ürün, gücün simgesi olarak kabul edilmektedir. Güçlü olduğunu göstermek isteyen insan da, bunun için aynı simgeye başvurmakta ve sahip olmaya özenmektedir. Böylece bir kısır döngü kurgusunda, en yüksek değer, sahip olunan ürün haline dönüşmektedir.
İdealist açıdan bakıldığında, durum daha da netleşmektedir. Çünkü bu açıdan bakıldığında, insanın madde ve enerji formundan oluşan varlığı da dahil olmak üzere, evrendeki her şey bir tek bütünün parçasıdır. Dolayısıyla bağımsızlık bir yanılsamadan ibarettir. O halde gerçek değer, mutlak aklın evrensel bütün için koyduğu ve belirlediği değerdir. İnsanın mücadelesi, bu mutlak değeri gerçekleştirmeye yöneliktir. Bunun yolu ise enerji formunun frekansının yükselmesinden geçmektedir. Bu ise maddi formun etkisinden uzak kalmakla mümkündür.
M. İhsan Darende,

MİSTİTİZM VE KUANTUM DÜŞÜNCE

Mistisizm, içe dönük çalışma yöntemleri ile beyinsel işlevlerin daha iyi kullanılmasını sağlamaktadır. Zekâ, insan duyularının sağladığı malzemeyi teşhis edip bütünleştiren bir yetenektir. İnsanın temel bilgi edinme yolu, duyuları vasıtasıyla, gerçekliği algılaması ve gerçekliğin algılayabildiği bölümünü, zihninde sınıflandırmasıdır. Bu nedenle de insanın bilgi edinme kapasitesi, algılama gücüyle orantılıdır. İnsanın çevresiyle ve tüm evrenle ilişkisi, enerji alışverişiyle gerçekleşir. Bu sebeple, önce madde-enerji dönüşüm ve iletim sistemini incelemekte fayda bulunmaktadır:


Kuantum seviyesinde madde ve enerji:Madde ve enerji, bir madalyonun iki yüzü gibidir ve kuantum seviyesinde bakıldığında, maddenin temel yapı taşını oluşturan atom altı parçacıkların, sürekli olarak spinli hareket ettiği, bu hareketinse, enerji gibi dalgasal görünüm verdiği görülür. Daha doğrusu, bir parçacığın konumu ve momenti gibi belirli nicelik çiftlerinin aynı anda tam konumları belirlenemez ve bu hareket, dalgasal bir görünüm arz eder. Evrendeki toplam pozitif enerji miktarı ile toplam negatif enerji miktarı birbirine eşittir. Negatif enerji miktarı, aynı zamanda kütleye eşittir; çünkü kütle çekimi gücü, bizatihi negatif enerjiyi oluşturmaktadır. Madde enerjiye; enerji de maddeye dönüşebildiğinden, aynı zamanda, pozitif enerji, negatif enerjiye; negatif enerji de, pozitif enerjiye dönüşebilmektedir. Kütle, negatif enerjinin başlıca kaynağıdır. Kütle büyüdükçe, nesnenin yayınladığı negatif enerji miktarı da büyür. Diğer yandan, pozitif enerji de, her gerçek parçacıkla; daha doğrusu onun işgal ettiği uzay-zaman alanı ile sürekli etkileşim halindedir. Bir gerçek parçacığın işgal ettiği alana etkiyen pozitif enerji, bu alanda, gerçek parçacıkla da etkileşime girer: Gerçek parçacık, pozitif enerjinin bir miktarını soğurur geri kalanını yeniden yayınlar. Böylece, bir miktar pozitif enerji, kütleye; yani, negatif enerjiye dönüşmüş olur.

Bir gerçek parçacığın, pozitif enerji taşıyan parçacık ile bu suretle etkileşmesi sırasında; kuvarklar (ve alt leptonlar) bir yandan pozitif enerjiyi soğurup, diğer yandan kalanını yeniden yayınlarken ve bu arada bir uzay-zaman alanını terk edip, (bitişik) diğer uzay-zaman alanına giderken, yayınladıkları pozitif enerji parçacığının yarattığı uzay-zaman alanı sebebiyle, birbirlerinden uzaklaşma eğilimine girerler. Ancak, gerçek parçacıklar aynı zamanda (durgun halde dahi) kütleli olduğundan, sürekli olarak negatif enerji taşıyan parçacıkları da yayınlamaktadır.

Görüldüğü gibi, kuantum seviyesinde bakıldığında, evrende bulunan her çeşit enerji, sezilgen parçacıklar vasıtasıyla taşınmaktadır. Örneğin, ışık ışınını taşıyan parçacığa “foton” denir. Ses enerjisini taşıyan parçacığa ise “fonon” adı verilmiştir. Kütle çekim gücünü taşıyan parçacığın ismi ise “graviton”dur. Evrende bulunan her şey, işte bu şekilde birbirine dönüşebilen atom altı parçacıklar ve enerjiden oluşmuştur. İnsan vücudu, hücreleri, genleri de aynı şekilde, bu atom altı parçacıklar, enerji paketleri ile bunlar arasında sürekli olarak enerji taşıyan sezilgen parçacıklardan oluşmuştur. Bir elektron mikroskobu ile bakıldığında, evrendeki her şey gibi, insan vücudunun da, sürekli hareket ve değişim halinde olan parçacıklar ve enerji yığınından ibaret olduğu anlaşılacaktır.

İşte bu sezilgen parçacıklar, taşıdıkları paketin içerdiği tüm bilgiyi de beraberinde bulundurur. Her atom altı parçacık, sürekli olarak, bir miktar pozitif enerji alıp, bunun bir miktarını soğurup, bir miktarını ise yeniden saldığından, yeni salınan enerji parçacığı, kendisini salan atom altı parçacığın bilgi ve özelliklerini de barındırmaktadır. Dolayısıyla atom altı parçacıklar arasındaki enerji alışverişi, aynı zamanda bilgi alışverişidir. Enerjiyi soğuran parçacık, bunun içerdiği bilgiyi de soğurmaktadır.
Ham bilginin beyin hücrelerine depolanması:İnsanın çevresiyle ilişkisi de bu yöntemle sağlanır. Enerji parçacıkları, insan vücudundaki atom altı parçacıklar tarafından soğrulduğunda, taşıdıkları bilgi, sinir sistemi vasıtasıyla beyin hücrelerine taşınır ve burada depolanır. Buraya kadar, insanla diğer canlılar, hatta diğer varlıklar arasında (bilginin beyne taşınıp depolanması dışında) fazla bir fark yoktur.

Çünkü tüm atom altı parçacıklar arasında, enerji alışverişi suretiyle sürekli bir bilgi aktarımı mevcuttur. İnsanın diğerlerinden farkı, beyin hücrelerine depolanan bu bilgiyi, sınıflandırabilmesinde, kullanabilmesinde, bununla çevreyi tanımasında, evrensel gelişimi yöneten bilimsel yasaları tespit edebilmesinde, bunları kullanarak, evrensel gelişime müdahil olabilmesindedir. Burada önemli olan, depolanan bilginin, bilinçli olarak kullanımıdır. Bilinçli kullanım için, bilgi kaydının da bilinçli olarak yapılması gerekmektedir. Ya da, bilinçli depolanmış olmasa da, bu bilgiye bilinçli olarak ulaşabilmenin yolunu bulmak şarttır.
Her enerji paketi, ilişkili olduğu atom altı parçacıkla ilgili veya doğrudan kendisine ait bilgiyi de içermekte olup, bu bilginin depolanması, bu paketi soğuran atom altı parçacıkla, bu parçacıklar arasında iletişim sağlayan enerji forumunun frekansına bağlıdır. Frekans düşük ise atom altı parçacıklar arasında bilginin taşınması mümkün olmayacak, her parçacık, sadece, soğurduğu enerji paketinin kaba bilgisine sahip olabilecektir.

Ancak bu parçacıklar sistemli bir şekilde bir araya gelmiş ve bunlar arsında bilgiyi taşıyan yüksek frekanslı bir enerji formuyla bütünleşmiş ise birbirlerine bilgi aktarımı da mümkün olabilecek, üstelik aktarılan bilginin, bir parçacıklar grubuna depolanması imkânı ortaya çıkacaktır. İnsan yaşamı, bedenin hareket etmesini, gelişmesini, yenilenmesini sağlayan yüksek frekanslı enerjiden ibarettir. Özü itibariyle canlı cansız her cisim, atom altı parçacıklarla bunlar arasında sürekli olarak taşınan enerji paketlerinden müteşekkildir. Ancak canlılara ayırt edici vasfı sağlayan, bunların terkibindeki enerjinin yüksek frekanslı olmasıdır. Hayvanlar da bir yaşamsal enerji formuna sahiptir ancak frekansı düşüktür. Böyle olduğu için, hayvanlar da bilgi depolayabilir ama yaşamsal enerji formu düşük frekanslı olduğu için, depolayabildikleri bilgi sınırlıdır. Keza bu bilgiyi kullanma imkânı da sınırlıdır, çünkü yaşamsal enerji formu, sınırsız bilgi aktarımına müsait değildir.

Söylenenleri örnekleyelim: Herhangi bir cisme ulaşan ışık ışını (bunu taşıyan foton), cismin atom altı parçacıkları tarafından soğrulup, yeniden salındığında, o cismin parçacıklarının özelliklerini taşımaya başlar. O foton, insan gözüne ulaştığında, taşıdığı bilgi, sinir ağı aracılığıyla ve elbette enerji aktarımı yoluyla, beyin hücrelerine iletilir. Beyin hücrelerinde bu bilgi depolanır. Bu sayede, yani o cismin bilgisini taşıyan fotonun bu bilgiyi aktarması sonucunda, hem o cismi, rengini, şeklini büyüklüğünü görürüz, hem de bu bilgi, beyin hücrelerine depolanır. Aynı şekilde, fononla taşınan enerji de, taşıdığı bilgiyi, kulak hücrelerine iletir ve sinir sistemi aracılığıyla bu bilgi, beyne aktarılır. Bu sayede hem o sesi duyarız, hem de bu bilgi de beyin hücrelerine depolanır. İşte insanın çevresiyle bağlantısı, tam olarak bu şekilde bir enerji aktarımı ve bunu sağlayan sezilgen parçacıklar vasıtasıyla gerçekleşir.

İlk olarak, duyu organlarınca atom altı parçacıkları vasıtasıyla alınan bu bilgiyi, beyne aktaran ve orada depolanmasını sağlayan, yaşamsal enerji formudur. Bilimsel olarak söylemek gerekirse bu, “biyoelektirk enerji”dir. Evrende ve insanın çevresinde o kadar çok foton, fonon, graviton ve daha enerji taşıyan sezilgen parçacık mevcuttur ki, duyu organlarımızın atom altı parçacıkları, sürekli olarak bunlarla temas ve dolayısıyla, sürekli olarak, bunların taşıdığı kodların aktarım ve iletimi ile meşguldür. Vücut öyle bir programla çalışmaktadır ki, bu suretle alınan bilgi, sürekli olarak beyne depolanmaktadır. Ancak depolanan bilginin tasnifi ve insan tarafından kullanılması, bilginin depolandığı beyin hücre grupları arasındaki enerji akışının düzenlenmesi suretiyle gerçekleşir. Bir başka deyişle, sürekli olarak enerji (ve dolayısıyla bilgi) alışverişi içinde olan vücut, sinir sistemi ve yaşamsal enerji formu aracılığıyla, aldığı bilgiyi sürekli olarak beyin hücrelerine depolamaktadır ama bunların tasnifi, ancak, enerji alkışının kontrol edilmesi sayesinde mümkündür. Eğer insan, beyin hücrelerine depoladığı bilgiye ulaşmak, depoladığı bilgiyi, diğerleriyle ilişkilendirmek, bunu kullanarak tanımlar yapmak, bilgi grupları oluşturmak istiyorsa, hücre grupları arasındaki aktarımı sağlayan yaşamsal enerji formunu yönlendirmek zorundadır.

Bilinç ve bilinçaltı:İşte bilinç ile bilinçaltı arasındaki ilişki bu noktada yatmaktadır. Enerji ve buna bağlı bilgi aktarımı, sürekli olarak mevcuttur ve alınan bilgi, sürekli olarak beyin hücrelerine depolanmaktadır ama insan çoğu zaman, bu işleyişin farkında değildir. Bilinç, iki şekilde devreye girer: Birincisi olan bilinçli bilgi depolama işleminde irade mevcuttur, yani insan, bilgiyi sakladığını bilir, yaşamsal enerji formunu, bu bilgiyi istediği zaman geri çağırabilecek şekilde yönlendirir. İkincisi ise farkında olmadan depolanmış bilgiye ulaşmanın yollarını öğrenir, enerji formunu, bu bilgiyi çağıracak şekilde yönlendirir. Bu iki durumda, bilinçten söz etmek mümkündür. Enerji formunun irade dışındaki çalışmasıyla bilgi depolama ve bilginin yine irade dışında, vücudun otomatik çalışma sistemi içinde etkili olması ise zihnin, bilinçaltı olarak isimlendirdiğimiz durumudur.

Doğal olarak, insanın algılama gücü, yaşamsal enerji forumunun frekansının, çevresindeki enerji paketlerinin frekansı ile çakıştığı ölçüde yükselir. İnsan, algılayabildiği frekansın üstünde ve altında frekansa sahip enerji paketlerini ve bunların taşıdığı bilgiyi soğuramaz. Örneğin, mor üzerindeki ya da kırmızı altındaki frekansa sahip enerji paketlerini algılayamaz ve dolayısıyla göremez. Ancak bu frekanstaki enerjiyi soğurup, kendi algılayabildiği frekansa tahvil edebilen mekanizmaları gerçekleştirebildiği ölçüde, bunlarla taşınan bilgiye de sahip olabilecektir. Bunun yerine, yaşamsal enerji formunun, buna beyin enerjisinin de diyebiliriz, dalga boyunu ve dolayısıyla frekansını değiştirmeyi öğrenebilen insan, daha önce algılayamadığı enerji paketlerini algılayabilir, bunlarla taşınan bilgiyi depolayabilir. Evrende her şey iç içe ve birbiriyle bağlantılı olduğu için, işleyiş ve gelişme yasaları da onu teşkil eden tanecik ve enerji paketlerinden elde edilebilir.
Keşfetmek, önceden depolanmış bir bilgiyi gerektirir. Elbette keşif realiteye ilişkindir. Ancak öncelikle realitenin, insan tarafından algılanmış, onu temsil eden bilginin de beyin hücrelerine depolanmış olması gerekmektedir. Keşif, işe depolanan bu bilginin bilinçli kullanımı ile olguların yeni bir dizilimi, bilginin yeni bir gruplandırmasıdır. Böyle olduğu için keşif, bilinçli bir insani faaliyettir. İnsanın, farkına varmadan depoladığı bilgiye ulaşması da keşiftir. Bütün bu faaliyet, özünde, maddi bedenin, enerji formunu yönlendirme yeteneğine bağlıdır. Özetlersek, maddi bedenin, enerji formunu kontrol ederek depoladığı bilgi, bilinçli olarak edinilmiş bilgidir. Bu kontrol ve yönlendirme dışında depolanan bilgi ise bilinçaltı edinilmiş bilgidir. Bilinçaltı depolanan bilgi, bunlara erişmenin, yani bunları keşfetmenin yolu bilinmiyorsa, ancak, vücudun otomatik fonksiyonları itibariyle ve otomatikman kullanılabilir ki bu da bilinçaltının hayata geçmesinin yoludur. Buna karşılık bilinçaltı depolanmış olsa da, enerji formunu bu bilgiye ulaşacak şekilde yönlendirme, bilinçli bir keşif yoludur.

O halde, “insan, ancak keşfedebildikleri kadarını bilir” önermesi, doğrudur. Çünkü burada bilmekle kastedilen, bilgiyi bilinçli kullanma, tasnif etme, kavramları oluşturmadır. Görüldüğü gibi, ham bilginin insan beynine depolanması başka bir şeydir, bunun işlenmesi, bilince çıkartılması, tasnifi ve kullanılması başka şey. Bu sebeple keşfetme, son tahlilde, her zaman içe dönük bir faaliyettir: Bilinçsizce depolanmış ham bilginin işlenmesi, bir keşfetme yöntemidir. Bilginin bilinçli bir şekilde depolandıktan sonra işlenmesi de bir keşfetme yöntemidir. O halde, keşfetme, algılanan dış dünyaya ilişkin ham bilginin beyne depolanmasından sonra başlayan süreçtir. Bu anlamıyla keşfetme, bir bilgi edinme yöntemidir.

Bilgi edinme, beyin hücrelerine depolanmış ham bilginin işlenmesi yöntemi olunca, bu faaliyetin içe dönük olması zarureti ortaya çıkar. Biyoelektrik enerjinin, bilgiyi taşıyan beyin hücre grupları arasındaki hareketini kontrol etmek, yönlendirmek, yönetmek, en ciddi bilgi edinme yöntemlerinden birisidir. Bu yönetim sayesinde insan, depolanmış ham bilgiyi işleyebilir, tasnif edebilir, kavramlaştırabilir, somutu soyutlaştırabilir. Bunların tümü, doğru düşünme, düşünceyi yönetme yöntemleri ile elde edilebilecek sonuçlardır. Ancak ne olursa olsun, düşünceyi yönetme yöntemleri, içe dönük, beyin hücreleri arasındaki aktarımı sağlamaya yönelik yöntemlerdir. Elbette, bilgilenme sürecinde oluşturulan kavramlar, insanın realiteye dönük bakış açısını da belirleyecektir. Bu bakış açısına göre, bilinçli bilgi depolama faaliyeti, realitenin sadece belli alanlarının ve daha dikkatle gözlenmesini mümkün kılacaktır. Bu suretle edinilen bilgi, bakış açısının kaçınılmaz etkisi altında gerçekleşecektir, çünkü gözlem sonucu beyne yüklenen ham bilgi, işlenirken, bakış açısına göre tasnif edilecektir ki asıl bilgilenme süreci de budur. İşte burada, bütünsel bir felsefenin etkisi altında bilgilenme faaliyeti son derece büyük bir önem taşır. Böyle bütünsel bir bakış açısına sahip olan insan, ham bilgiyi işlerken, bu bakış açısının etkisi ile tasnif eder, değerlerini buna göre oluşturur ve yaşamını bu felsefe doğrultusunda yönetir. Bu bakış açısı ve bütünsel felsefe, insana, düşüncelerini yönetme imkânı sağlar. Düşüncelerini yönetebilen, yani enerji formunun hareketini yönlendirebilen insan, duygularını ve hayat hissini de kontrol edebilen insandır.
Sadece buraya kadar yapılan açıklama bile, bilinçli bilgi edinme faaliyetinin, içe dönük olduğunu ortaya koymaktadır: Dış dünya ile yapılan sürekli enerji ve buna bağlı bilgi alışverişi sonucunda, bilerek ya da istem dışı bir şekilde beyin hücrelerine depolanmış olan ham bilginin işlenmesi, bu hücre grupları arasındaki biyoelektrik enerji akışını kontrol edip, yönlendirebilmekten geçer.

Bu yönlendirme faaliyeti ise insanın dışında, dış dünyada değil, içinde gerçekleşir. Bunun dışında, tüm evreni yöneten evrensel gelişme yasasına vakıf olmak, bir yandan beynin depoladığı ham bilginin işlenmesine ihtiyaç duyar, diğer yandan, zaten bilince sahip yüksek frekanslı yaşamsal enerji formunun rasyonel kullanımına. Ancak bu son önerme, inançla da ilgili olduğu için, tartışma konusu yapmanın gereği de yoktur, yararı da. Önemli olan, sadece beyne depolanmış ham bilginin işlenebilmesi anlamında bilgilenme sürecinin dahi, içe dönük olduğunun ortaya konmasıdır.

Özetlersek, beyin hücrelerine depolanan ham bilgi, karmakarışıktır. Her bir enerji paketi, ilişkili olduğu evren parçasıyla ilgili karmakarışık bilgiler yumağını da birlikte taşımakta ve bu bilgi yumağı, beyin hücrelerine ayırt edilmeden depolanmaktadır. Bunu ayırt etme ve işleme görevi, yaşamsal eneri formunun frekansının artırılabilmesiyle ve doğru yönlendirilmesiyle yerine getirilebilecektir. Bu sebeple, yaşamsal enerji formunun frekansı yükseldiği ölçüde, beyne depolanan ham bilgiden, evrensel gelişme yasalarının çıkartılması; evrenin her köşesinden gelen fotonların bıraktığı karmakarışık bilgi yumağının tam bir analizi ve böylece evrenin gerçekliğinin kavranması mümkündür.

Dolayısıyla, evreni kavramak, evrensel gelişme yasalarını tespit etmek isteyen insan, yaşamsal enerji formunun (beyin enerjisi de denilebilir) frekansını dalga boyunu değiştirebilmeyi öğrenmek zorundadır. Bunu yapabildiği ölçüde, evrensel gerçekleri, dışarıdan değil, beyne depolanmış bilgi yumağından elde edebilecektir. Frekans değiştirebilmeyi öğrenmek ise içe dönük çalışmaları, düşünce yoğunlaştırma tekniklerini ve hepsinden önemlisi, negatif enerji kaynağı olan maddi bedenin isteklerinden uzaklaşıp, yüksek frekanslı bir enerji biçimi olan yaşamasal enerji formuna yaklaşmayı gerektirmektedir.

Mistik uygulamalar akıl dışı mıdır?Burada mistisizmin ve mistik faaliyetlerin sanıldığı gibi akıl dışı olmadığına dikkat çekmek gerekir. Tüm mistik felsefi akımların ortak yönü, dünyevi isteklere gem vurmak ve kendisi gibi ve kendisi kadar, diğer insanları da sevmekten geçer. Bu sonuca ulaşmak için önerilen ise yoğunlaşma yöntemleri uygulanmak suretiyle gerçekleştirilen bireysel deneyim teknikleridir. Bunların hemen tümünde, bu bireysel deneyimlerin yaşanabilmesi için, o ana kadar duyular yoluyla elde edilmiş her türlü bilginin dışlanması ve yok sayılması gerekli görülür.

Gerçek bilginin, duyular yoluyla değil, içe dönerek, iç dünyada bütünleşerek elde edilebileceği kabul edilir. İşte bu yönüyle mistisizmin akıl dışı olduğu, akla hücum ettiği, cahilleşmeyi hedeflediği ileri sürülmektedir. Ancak, mevcut bilginin tamamen dışlanması zaten mümkün değildir. Sadece bir başka bütünsel bakış açısına göre bilgi yeniden sınıflandırılabilir, ham bilgi yok edilemez ama bakış açısı ve tasnifi değişebilir. Bu açıdan bakıldığında, mevcut bilginin dışlanması ilkesi, sadece tasnifin yeniden yapılması, kavramların bu bakış açısına göre yenilenmesi anlamı taşımaktadır. Bu faaliyet de elbette beyin hücreleri arasındaki enerji akışının kontrolü sayesinde yapılacaktır. Yani dış dünyadan duyular yoluyla alınan ham bilginin, yeni bakış açısına göre yeniden işlenmesi söz konusudur. Dolayısıyla, mistik öğreti tersini ileri sürse de, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilginin tamamen devre dışı bırakılması, silinmesi gibi bir durum söz konusu değildir.
Üstelik bu faaliyette, zekânın dışlandığı da kabul edilemez, çünkü insan, yeni bakış açısına göre tasnifi, yine bu yeteneği sayesinde yapacaktır.
Bilginin içe dönerek edinilmesi süreci ise yukarıda açıklandığı gibi, akıl dışı bir davranış değildir.

Tekrar edelim ki, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilgiyi işlemek için, bu hücre gruplarına erişmek, beyin enerjisini (buna biyoelektrik enerji de denebilir, kullanmayı tercih ettiğim kavram, “yaşamsal enerji forum”dur), bu bağlantıları kuracak şekilde yönetmek gerekmektedir. Bu yöntemlerin keşfi ise doğal olarak içe dönük bir çalışmayla mümkündür. O halde, mistisizmin, bilgi edinme aracı olarak içe dönük çalışmayı öngörmesi, akıl dışı bir davranış değildir. Elbette mistisizm, içe dönük çalışmayı, sadece, hatta belki de hiçbir zaman, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilginin işlenmesi maksadıyla önermemektedir. Mistik öğretinin bu önermedeki asıl amacı, tanrısal olan, bütünsel ve mutlak bilgiye ulaşmaktır. Benliği yenmek suretiyle, tanrısal öz ile aradaki engellerin kaldırılmasıdır asıl amaç. Ancak felsefi bir tartışmada, inancı referans gösterme imkânı bulunmadığı için, akılcılık değerlendirmesini, bu asıl maksada göre değil, uygulanan yöntemin gerçek niteliğine göre yapmak daha doğru olacaktır.

Bu yönüyle bakıldığında ise, içe dönük çalışmaların tümü, ham bilginin, farklı bir bakış açısına göre yeniden işlenmesini sağlamaya yöneliktir. Böyle olduğu için de akıl dışı değildir. Sonuçta yeni, düşünme, düşünceyi yönlendirme ya da yönetme, bilgiyi yeniden tasnif etme yöntemleri araştırılmakta ve uygulanmaktadır.

Kişisel deneyim adı altında uygulanan yöntemler, düşüncenin yoğunlaştırılmasını sağlamaktadır. Düşüncenin yoğunlaştırılabilmesi ise, biyoelektrik enerji akışını yönetme imkânı sağlamaktadır. Böylece bu uygulamalar, dayandıkları felsefi temel tersini ileri sürse de, beynin ve onun türevi zekânın en etkili kullanım yollarını hayata geçirmektedir.

Mistisizmde öngörülen bütünsel bakış açısı ise hiçbir şekilde insanın kendisini kurban etmesi temelinden yükselmemektedir. İnsanın nefsini yenmeye çalışması, kendisini yok etmesi demek değildir. Başkasını sevmek, başkası için çalışmak, kendisini feda etmek değildir. Mistik bakış açısı, evreni bütünsel olarak görebilmeye yöneliktir ve buna göre her şey, tanrısal özün bir tezahür biçiminden ibarettir. Buna kişinin kendisi de dâhildir. Burada temel alınan görüş, başkasını da kendisi gibi görebilmektir; başkasını da kendisi gibi sevebilmektir; yaratığı, yaratandan ötürü sevebilmektir.

Bunun için kendisini sevmekten vazgeçmek, kendini feda ya da kurban etmek gerekmez. Çünkü kendisi de yaratanın bir tezahür biçimidir. Bunlar, savunma amaçlı olarak yazılmamıştır. Ya da amaç, tanrısal özün varlığını tartışmak, mistik felsefinin doğruluğunu ispatlamak değildir. Amaç, mistik inanışa göre dahi, kendini kurban etme gerekliliğinin bulunmadığını ortaya koymaktır. Üstelik kendini dünyanın merkezine koyan düşünceye nispetle, başkası için çalışabilmeyi, başkasını kendisi gibi sevebilmeyi öğütleyen düşünce, çok daha rasyoneldir. Çünkü iş güç, emek ve bilgi paylaşımı, gönüllülük esasına göre gerçekleştirilebildiği takdirde, üretim, bilim, teknoloji artışı çok daha hızlı gelişir ve bu, ortak refahın artması, insanın kendisinin de çok daha iyi koşullarda yaşaması anlamına gelmektedir.

Oysa insan, dünyanın merkezine kendisini koyduğu takdirde, bu tüm insanlık için geçerli bir ilke olacağına göre, iş bölümü, dayatma esasına göre kurulur ve bu, ciddi bir kaynak israfı anlamı taşır. Çünkü bu düşünceye göre, insanın çevresindeki her şey ve diğer insanların iş gücü de, onun istifadesine sunulmuş araçlardır. Herkes karşısındakine böyle baktığı sürece, güçlü olan, diğerine işini dayatabilir, güçsüz olan ise iş bölümüne mecburen riayet eder. Bu sistemde, güçlü olan toplumsal sınıflar, üretim ağının dışında, paylaşım ağının içinde yer alır ve işte bu olgu, ciddi bir kayna israfına sebebiyet verir.

Son olarak, tüm dinler için en dogmatik inanç sistemlerini esnekleştiren, bireysel deneyime verdiği önemle, kişisel özgürlük alanını geliştiren mistisizmdir ve bunun, tarihsel bağlamı dışında değerlendirilmesi de yanlıştır.
Av. M. İhsan DARENDE

Sevgi Pozitif enerji kaynağıdır

Sevgi, bir pozitif enerji kaynağıdır: Pozitif enerji, uzay zaman alanı yaratır. Kin ve nefret ise bir negatif enerji kaynağıdır: Negatif enerji ise, uzay zaman alanını yok eder. İnsan, evrenin modelidir: Evren, birbirine dönüşebilen madde ve enerjiden oluşmuştur. Bu öyle bir oluşumdur ki, madde ve enerji, evrenin her yanına dağılmış durumdadır, sürekli olarak birbirine dönüşmektedir ve evrende boş alan yoktur. Bu dönüşümün kurallarını belirleyen bilimsel yasalar mevcuttur: “Evrensel gelişim yasaları”.

Maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüşümü, evrenin gelişimi, evrensel gelişme yasalarına göre gerçekleşmektedir.
Evrende hareketi sağlayan enerjidir. Atom altı parçacıkların özünde mevcut hareket de sürekli etkileşim içinde olduğu enerjiyle sağlanır. Pozitif enerji, sürekli olarak uzay/zaman alanı yaratarak, evrenin genişlemesini sağlar ve hareket, yaratılan uzay/zaman alanının sonucudur. Madde ise hareketi engeller, kütle çekimi gücü aracılığıyla uzay/zaman alanını yok eder. Böyle olduğu için, negatif enerji kaynağıdır: Hareketi engelleyebilen, yani ters yönlü bir enerji kaynağı.
İnsan da, evrenin küçük bir modeli gibi, madde ve enerjiden oluşmuştur: Yaşamsal enerji, maddi bedenin beyin vasıtasıyla verdiği komutları yerine getirerek hayatın devamını ve hareketi temin eder. Aynı zamanda, beyin hücreleri arasındaki bilgi alışverişini, bilginin beyin hücrelerine depolanmasını sağlayan da yaşamsal enerjidir.


Evrensel gelişim yasaları bilindiği takdirde, gelişim ve dönüşümün seyrine müdahale etmek, bu yasaları kullanarak, değişim, dönüşüm ve gelişimin yönünü belirlemek mümkündür. Çünkü hareketi ve gelişimi sağlayan enerjidir ve enerjiyi kullanmayı bilen, hareketin ve dolayısıyla gelişimin yönünü de kontrol edebilir. Örneğin sel, aşırı yağış ve kütle çekim gücünün etkisiyle, insan hayatı için felaket olabilir. Ama suyun yatağını değiştirmek, önüne set çekmek gibi önlemlerle zarar verme ihtimali ortadan kaldırılabileceği gibi, uygun mekanizmalarla, hidroelektrik enerji kaynağı olarak da kullanılabilir.

Keza, insan sağlığına ciddi zarar verebilecek olan bakteriler, vücuda uygun miktarda enjekte edildiğinde, vücudun antikor üretmesi, mücadeleyi öğrenmesi ve böylece bağışıklık sağlaması temin edilebilir.
Bütün gelişim, evrensel gelişim yasalarına göre gerçekleşmektedir. İnsanlık, bilimsel ve teknolojik gelişme ile bu yasaları peyderpey kavramakta, kavradıkça değişim ve gelişimin yönüne müdahale etmekte, bilgi birikimi arttıkça, yasanın yeni görünümleri daha hızlı keşfedilmekte, bu keşiflerse evrenin daha iyi tanınmasını ve gelişimin daha büyük oranda kontrolünü sağlamaktadır.

Her gün yenilerini keşfettiğimiz, bilimsel yasaların tümü, evrensel gelişim yasasının ayrı yönlerden görünümü, bütünün farklı bir parçasıdır.
O halde evrensel gelişimi kontrol etmek, iki şeye bağlıdır: Evrensel gelişme yasasını keşfetmek ve hareketi sağlayan enerjiyi kullanmayı bilmek. Bu hususlarda ne kadar gelişme sağlanırsa, evrensel gelişim de o ölçüde kontrol altına alınabilir; yönlendirilebilir. Yaşamsal enerji frekansı ne kadar yüksek ise evrensel gelişme yasasının kavranması o ölçüde üst düzeyde olacaktır. Keza, hareketi ve değişimi, gelişimi sağlayan enerjiyi harekete geçirmek ve kontrol etmek de, yaşamsal enerji frekansının yüksekliği ile orantılı olacaktır. O halde, evrensel gelişme yasasını keşfetmek ve gelişime yön vermek isteyen insan, yaşamsal enerji formunun frekansını yükseltmek zorundadır.
Yaşamsal enerjinin frekansı, pozitif enerji kaynağına yaklaşmakla yükselir, negatif enerji kaynağına yaklaşmakla düşer. Negatif enerjinin belli başlı kaynağı ise maddenin kendisidir: Kütle çekimi gücü, negatif enerji biçimidir. O halde, yaşamsal enerjinin frekansı, ancak, maddeden, yani bedensel isteklerden uzaklaşmakla yükseltilebilir. Gerçekten de, kaba bir tanımlamayla madde, enerjinin çok düşük frekanslı bir görünüm biçimidir ve maddenin enerjiye dönüşümü, son tahlilde, frekansın yükselmesiyle gerçekleşir.

Bu sebeple, düşük frekanslı bedensel istekler, yaşamsal enerjinin frekansını olumsuz yönde etkileyecektir.
Genetik yolla aktarılan bilgi ilkeldir: Bedensel dürtüler, gelecek nesillere, genetik kodlarla aktarılır: Organizma, kendisini yenilerken, genlere yüklü bilginin tümünü, yenilenen hücreye aktarır. Bu sebeple, genetik yolla edinilen bilgi ve buna dayalı dürtüler, çok güçlüdür. Doğal olarak bu dürtüler, ciddi bir negatif enerji kaynağıdır ve yaşamsal enerjinin frekansını düşürür. Yaşamsal enerji, beyin hücrelerinde depolanmış bilgi grupları arasında bağlantı kurarken, genetik yolla depolanmış bilgiyi de kullanır. Böylece dürtülerin bedeni harekete geçirmesi, yine yaşamsal enerji aracılığıyladır. İnsan, yaşamsal enerjinin hareketini kontrol edemediği takdirde, çok güçlü olan dürtüler, bedensel faaliyete hâkim olur.
İlkel organizma, “doğal ayıklanma yasası”na göre hayatta kaldığından, asırlarca deneyerek edindiği ve kendisini yenilerken aktardığı iki temel bilgi mevcuttur: Varlığının devamı, diğer organizmaların, yani proteinin parçalanarak kullanılmasına bağlıdır. Bu sebeple, hayatta kalmak için, diğer canlıları yok etmek zorundadır.

Bu deneyim, genetik yolla, “şiddet bilgisi ve hissi” olarak aktarılacaktır. İkincisi ise aynı sebepten kaynaklanan, “zayıfın güçlü tarafından yok edileceği” bilgisidir. İnsan da dâhil her canlı, bu iki temel bilgiye, genetik bilgi aktarımı sebebiyle doğuştan sahiptir. Bu yüzden, varlığın devamı için, diğer canlıları yok etme ve güçlü olma isteği, dürtü halindedir. Bu çok güçlü istek, kontrol edilemediği takdirde, düşünceleri, yani, hayat enerjisinin yönünü etkisi altına alır. Böyle olunca da, beynin verdiği komutları yerine getiren beden, bu güçlü isteğin etkisi ve baskısı altında, sürekli bir gerilim içinde kalır.
Genetik yolla aktarılan bu bilgi, beyin hücrelerine sonradan depolanan bilgiyle de kaynaşarak, çok güçlü üç ayrı düşünce kalıbı olarak ortaya çıkar: Kin, nefret, haset. Aslında bu düşünce kalıpları, aynı bütünün farklı görünüş biçimleridir.

Üçünün temelinde de, genetik yoldan aktarılan, “yok etmezsen yok olursun” bilgisi mevcuttur. Bu temel bilgi sebebiyle insan, kendisine zarar vereceğini düşündüğü herkesten nefret eder, zarar verene kin duyar. Kendisinden üstün olduğunu düşündüğü kişiye karşı hasetle bakar: Bu, kontrol edilemeyen kıskançlık demektir. Her üç düşünce kalıbı da, kişinin kendisine duyduğu aşırı sevgiyle tanımlanabilir. Tekrar edelim ki, kendine duyulan bu aşırı sevginin temelinde, genetik yoldan aktarılan, “yok etmezsen yok olursun” bilgisi ve bunun yarattığı dürtü mevcuttur.
İnsan, kendisine duyduğu sevgiyi kontrol edemez ise, ona yöneldiğini düşündüğü en küçük tehlike ya da zarar ihtimalinde dahi, derhal çok ciddi tepkiler verir. Kendisine o kadar düşkündür ki, zarar verebilecek herhangi bir şahıs, onun için en amansız düşmandır. Yok etmezse yok olacağı bilgisi yüzünden, bu tehlikeyi derhal bertaraf etmeye yönelir. Bu sebeple tehlike kaynağı, yok edilmesi gereken bir düşmandır. Düşüncelerini kontrol edemeyen insan, tüm yaşamını, bu tehlike ve zarar kaynaklarına odaklanarak, onlarla mücadeleye yoğunlaşarak, zarar vermek isteyeni zarara uğratmayı isteyerek geçirir. Bu sebeple, zarar vermek isteyenden nefret eder, ona zarar verene kadar tatmin olmaz, kin duyar, sürekli olarak düşman addettiği insanın kötülüğünü ve zarara uğramasını ister ve bunun için çaba gösterir.

O halde bu düşünce kalıpları, yaşam enerjisini sıkıştıran, frekansını düşüren, gerçekte kendisine zarar veren unsurlardır. Bu sebeple de, her insanda az ya da çok etki gösterebilen bu dürtülerin kontrol altına alınması zorunludur.
Kin, nefret ve haset, o kadar etkili ve güçlü düşünce kalıplarıdır ki, bunların etkisinden kurtulmak, hayatı normale döndürmek çok zordur. Üstelik bu kalıpların etkisine giren insanın bedeni, büyük bir gerginlik içine düşer, yıpranır, tinsel bir ağırlık altında kalır. Bunun deneyimini, her insan kendi üzerinde gerçekleştirebilir: Bir an için, nefretle andığımız bir şahsı düşünelim ve vücudumuzun verdiği tepkilere bakalım.

Bu öyle güçlü bir düşüncedir ki, hemen vücudu etkisi altına alır: Sinirler gerilir, adaleler kasılır, yüreğin sıkıştığı hemen hissedilir, kan basıncı ve nabız artar. Başlangıçta bu etkiler hafiftir ama düşüncenin üzerinde ısrar edersek neyle karşılaşırız? Karşılaşacağımız şey, bir kısır döngüdür: Düşünce zincirini kıramazsak, gittikçe daha yoğun şekilde, olumsuz düşünceler içinde döner dururuz: Düşündüğümüz şahsın bize yaptığı kötülüğü, diğer olumsuz davranışlarıyla birlikte düşünmeye başlarız, bununla da yetinmez, zarar verme isteğimizi gözden geçiririz; ona zarar verdiğimizi düşleyerek rahatlamaya çalışırız.
Kısır döngü şuradadır ki, nefret kalıbında düşünmeye başladıktan sonra ardı ardına gelen düşünceler zinciri, gittikçe daha güçlenir ve bir yandan bu zinciri kırmak, diğer yandan vücudu etkisinden kurtarmak daha da güçleşir. Düşünce zinciri ile kastedilen ise yaşamsal enerji formunun, düşündüğümüz kalıba yakın bilginin depolandığı beyin hücre grupları arasındaki hareketidir: Yaşamsal enerji, biz onu yönlendirmediğimiz takdirde, birbirine yakın düşünce kalıplarını taşıyan beyin hücreleri arasında döner durur. Böylece bir zincir oluşturur. Bu zincirin herhangi bir yerindeki bir düşünce çağrıldığında, yani yaşamsal enerji, belirli hücre gruplarına yönlendirildiğinde, kendiliğinden devam edecek olan hareket, bağlantılı hücre grupları arasında olacaktır.

Üstelik bu düşüncelerin vücut üzerindeki etkisi şiddetli olduğundan, yaşamsal enerji iyice kontrolden çıkacak ve doğal seyrine devam ettikçe, düşünceler zincirinin yoğunlaşmasına sebebiyet verecektir. Bu da vücudun daha da gerilmesi ve yıpranması anlamı taşımaktadır.
Belirtilen bu düşünce kalıpları, kaynağını genetik yolla aktarılan bilgiden, yani bizatihi maddenin özünden aldığından, ciddi bir negatif enerji kaynağı işlevi görmektedir. Böyle olduğu için, bu kalıpların etkisinde hareket eden yaşamsal enerjinin frekansı düşecektir. Bu da, evrensel gelişimi kontrol etme imkânını azaltacak, rüzgârın önünde çaresiz savrulan bir yaprak gibi, kişiyi kaderine mahkûm edecektir. Burada kaderle kastedilen, evrensel gelişim yasasıdır.

Biz yasayı kullanamazsak, yasa bizi biçimlendirir. Bilinçli olarak kullanamadığımız yasa, dönüşümü, kontrolümüz dışında sağlar ve yasa bize tabi olacağına, biz yasaya tabi oluruz.
Oysa, hareketi sağlayan enerjiyi kullanabildiğimiz takdirde, gelişimi kontrol edebiliriz. Bunun için gereken, yaşamsal enerjimizin frekansını yükseltebilmektir. Enerjinin maddeye, maddenin enerjiye hangi koşullarda ve nasıl dönüşeceğinin bilirsek, bu şartları oluşturduğumuzda, istediğimiz değişimi gerçekleştirebiliriz. Bu şartları oluşturmak, gereken enerjiyi bulup harekete geçirmek demektir. Yaşamsal enerjimizin frekansı ne kadar yüksek ise gereken enerjiyi tespit etmek ve harekete geçirmek de o kadar kolay olacaktır.

Günlük yaşamdan, basit bir örnek verelim: Çok ağır bir bavul ya da sandığı taşımak zorundayız ama tek başımıza bunu yapamıyoruz; yardıma ihtiyacımız var. Yani isteğimizi yerine getirmek için yeni bir enerji kaynağı bulmak ve bunu kullanmak zorundayız. Bu enerji kaynağı da bir başkasının iş gücüdür. Yardım talebimizi, bir karşılık önererek ya da karşılıksız olmak üzere, herhangi birine iletebiliriz. Bunu sözle yapabileceğimiz gibi, sadece bakışlarımızla da aktarabiliriz. Bu talebimizle karşılaşan kişi, önce değerlendirir ve kabul ederse, iş gücünü emrimize sunar. Kabul etmesi için, psikolojik durumunu yöneten yasayı bilmek ve harekete geçirmek zorundayız. Bazısı için uygun bir bedel önermek, bazısı için, acıma duygularını harekete geçirmek sonuç verebilir.

Bu yollardan hangisinin sonuç vereceğini belirleyecek olan, o şahsın kişiliği üzerinde etkili olan geçmiş altyapısı, o andaki iş yoğunluğu, psikolojik durumu vs.dir. Bu verilerle ilgili kesin bilgilere sahip isek, en uygun yöntemi belirleyip, bu isteğimizden sonuç alabiliriz. Yani, yardım istediğimiz şahsın davranışlarını yöneten yasayı ve bunun uygulanma şartlarını tespit edebilirsek, isteğimizi olumlu sonuca bağlayabiliriz.
Şimdi bu örneği, yaşam enerjimizin frekansı ile bağlantılandıralım. Yardım istediğimiz şahsın, beyin enerjisinin (buna yaşamsal enerji formu demeyi tercih ediyorum) frekansına ulaşabildiğimiz takdirde, yani kendi beyin (yaşam) enerjimizin frekansını değiştirmeyi başarabiliyorsak, onu motive edecek sebebin ne olduğunu çok kolayca öğrenebiliriz. Bu sebebi bilince, isteğimizi sonuca ulaştırmak çok kolay olacaktır. Daha da ileri gidip, bu kişinin tercihini etkilemeyi bile başarabiliriz. Burada, ikizler deneyini hatırlamak yararlı olacaktır. Dağılmadan önceki S.S.C.B’de tek yumurta ikizleri üzerinde yapılan bir deneyde, birbirlerinden yüzlerce km uzakta olan ikizler, telepati yoluyla iletişim kurabilmiştir.

Bunu sağlayan, beyin enerjilerinin frekansının çakışmasıdır. Bütün bunlar, yaşamsal enerjimizin frekansını yükseltmekle ulaşabileceğimiz sonuçlardır. Bu basit örnekten tutun da hayatın her alanında, olayları ve gelişimi yöneten yasaları bilmek ve buna uygun şartları tespit etmek, bize, gelişimi yönetme imkânını sunacaktır. Elbette ihtiyaç duyduğumuz enerji miktarı arttıkça, bunu temin etmek ve harekete geçirmek daha güçleşecektir. Bunu sağlayan da yine yaşam enerjisi frekansının yükselmesi olacaktır.
Gerçek sevgi, hayatın kendisidir: Sevgi en önemli pozitif enerji kaynaklarından birisidir. Kin, nefret ve hasede ilişkin önceki örnekler gibi, bu da bir düşünce kalıbıdır: Sevgi, “kendine benzeyeni benimsemek” olarak tanımlansa da, bu yanıltıcıdır. Kendine benzeyeni benimsemek, kendiyle özdeşleştirmek, böyle olduğu için ilgi ve sıcaklık duymak, sevginin sahtesidir: Bu düşünce kalıbı, tıpkı kin, nefret ve haset de olduğu gibi, genetik yolla aktarılan bilgiden kaynaklanan dürtünün bir türevidir. Burada ilgi duyulan ve benimsenen diğeri değil, kendisidir. Diğerinin benimsenmesinin sebebi, kendisine benzemesidir. Kısaca bu tanımlamada sevilen diğeri değil, sevenin kendisi olduğu için, bu düşünce kalıbı, pozitif değil, negatif enerji kaynağıdır. Tasavvufta ve Uzakdoğu dinlerinde buna, “sahiplenmeli sevgi” denmektedir. Kökeni genetik kodla aktarılan ve maddeye bağlı olan bilgi olduğu için, bu düşünce kalıbı, negatif enerji kaynağıdır ve yaşamsal enerjinin frekansını düşürür.

Gerçek sevgi, diğerlerini sahiplenmeden, olduğu gibi benimsemek ve bu haliyle ilgi ve sıcaklık duymaktır. İyi ve kötü bulunan yanlarıyla birlikte benimsemek, her durumda onun iyiliğini istemek, onun iyiliği için çabalamak, kötü yanlarını düzeltmeye çalışmak, her koşulda yardım etmeyi istemek, gerçek sevginin göstergeleridir. Bu düşünce kalıbı, genetik kodla aktarılan ve madde kökenli bilgiye dayanmamaktadır. Bu, bencillikten arınmış, şefkat ve merhameti de içinde barındıran, insana yaraşır, güzellikler kaynağı olan düşünce kalıbıdır. İşte bu kalıp, tam anlamıyla pozitif enerji kaynağıdır.
Her şeyden önce gerçek sevgi, evrene bütünsel bakabilmekten kaynaklanır. Kendisini de, diğerleri gibi, aynı bütünün parçası olarak görebilmek, bu düşünce kalıbının ilk adımıdır. Bu ise genetik yolla aktarılan ve “yok olmamak için yok etmeyi” öğütleyen ilkel bilginin dışında düşünebilmeyi ve bilgilenebilmeyi gerektirmektedir. Bu bilgi, zekâ yoluyla edinilmektedir. Gerçek sevgiye sahip insanda, diğerlerine izafe edeceği mutlak iyi ve mutlak kötü değerleri yoktur.

Daha doğrusu bu kavramlar, mutlaklık niteliğini, sadece kozmik düzeyde taşır. Bütünün parçalarında, gerçekte göreli olan, iyilik ve kötülük gibi değerler, bulaşık halde bulunmaktadır. Bu sebeple, her insanda iyi yanlar da vardır kötü yanlar da. Önemli olan, onun iyi yanlarını görebilmek, bundan yola çıkarak benimseyebilmek, onun da kendisi gibi bütünün bulaşıklar taşıyan bir parçası olduğunun bilincine varabilmektir. Elbette, herkesin iyi yanlarının yanında kötü özellikleri de vardır. Elbette bunların düzeltilmesi için çabalamak gerekir. Tıpkı, sahiplenerek sevilen evlat, ana, baba, kardeşler gibi, diğerlerinin de kötü yanlarının düzeltilmesi için çaba göstermek, gerçek sevginin sonucudur.

Bu düşünce kalıbı pozitif enerji kaynağıdır demiştik. Gerçekten de bu düşünce, maddeye bağlılıktan, varlığını sürdürme güdüsünden kaynaklanmamaktadır. Bu düşünce, kaynağını, zekâ yoluyla evrene bütünsel bakabilmekten, evrensel gelişme yasasını doğru olarak kavrayabilmekten almaktadır; zekânın bedene hâkim olmasının sonucudur. Böyle olduğu için yaşamsal enerjimizi, negatif enerji kaynağı olan maddeye değil, pozitif enerjiye yakınlaştırmakta, bunun sonucunda da, frekansın yükselmesine sebebiyet vermektedir. Bu düşünce kalıbının vücut üzerindeki etkileri de çok olumludur.

Sevilen kişi düşünülürken, yüreğin nasıl ferahladığını, üzerimizdeki yükün nasıl hafiflediğini, vücudumuzun nasıl enerjiyle dolduğunu hatırlamak yeterlidir. Gerçek sevgi coşkuludur: Azmi, çalışma hırsını, şevki artırır. Çünkü pozitif enerji kaynağıdır. Bunun için hayat, anlamını gerçek sevgide bulur. Gerçek sevgi hayatı güzel kılar. Hayat dediğimiz, son tahlilde bir pozitif enerji türüdür. Frekansı yükseldikçe yetkinleşir, evrensel gelişme yasasının daha iyi kavranmasını sağlar. Dolayısıyla nitelikli hayat, frekansı yüksek olandır. Frekansı yükselten en önemli kaynaklardan birisi ise pozitif düşünce kalıbı olan sevgidir.

Bencilliğin felsefesini yapanlar, şu görüşleri ileri sürer: “Yanlış felsefeler, insanın kendisi için var olma hakkının olmadığını, diğer insanlara hizmet etmenin kendi varlığının tek gerekçesi olduğunu ve kendini feda etmenin insanın en yüksek ahlaki görev, erdem ve değer olduğunu iddia eder. Bu iddianın, nezaket, iyi niyet ve başkalarının haklarına saygı duyma ile ilgisi yoktur. Akıl dışı ahlakın temel mantığı: Kendini kurban etme, kendini reddetme, kendini yalanlama, kendini mahvetme anlamına gelen ‘ben’i kötülük standardı, ‘ben’ dışındakileri ise iyilik standardı olarak görme anlamına gelen ‘kendini feda etmedir’.”

“İşte bu felsefi anlayış aşağıdaki niçinlere dünyevi mantıklı cevaplar bulamaz:/ İnsanlar niçin başkaları için yaşasın?/ İnsan niçin kurbanlık bir hayvan olsun?/ Bu, niçin iyi bir şey olsun?”
Oysa gerçek sevgide, kendisini başkası için feda etmek söz konusu değildir: İnsan kendisi de, diğerleri gibi bütünün parçasıdır. Ne kendisini diğerleri için feda edecektir ne de diğerlerini kendisi için araç olarak görüp kullanacaktır. Kime zarar verirse versin, bundan bütünün kendisi zarar göreceğinden, zarar vermekten kaçınacaktır. Kendini feda etmek, kendine zarar vermek demektir ki, gerçek sevgide buna da yer yoktur. Tekrar edelim ki, kişinin kendisi de bütünün parçasıdır ve başkasının zarar görmesinde olduğu kadar, kendisinin uğradığı zarar da bütüne zarar verecektir.

Sadece bu sebeple olsa bile, kendini feda etmekten kaçınacaktır. Gerçek sevgi, kendini feda, kurban, ret etme değil, her şey gibi, kendini de bütünselliğin parçası olarak görme, bu sebeple de başkalarıyla kendine eşit şekilde davranmadır. Yalanlanan, reddedilen, kişinin kendisi, bilinci, zekâsı hele varlığı değil, “yok etmezsen yok olursun” ilkel bilgisinden kaynaklanan, kendini dünyanın merkezine koyup, çevresindeki her şey gibi, diğer insanları da sıradan birer araç gibi görmeye yönelen düşünce kalıplarıdır.
Bu negatif enerji kaynaklarını reddetmek, kişinin kendisine zarar verecek değildir. Tam tersine, bunlardan kurtulmak, başta vücut olmak üzere, madde ve enerjiden oluşan tüm varlığını zarardan koruyacaktır. Çünkü yukarıda açıklandığı üzere, kin, nefret, öfke ve haset, stres yaratan, baskı oluşturan, vücudu geren, kan basıncını ve nabzı zararlı seviyelere varacak kadar artıran düşünce kalıplarıdır. Nefretle dolu bir insan, hayatının her parçasında bunun etkisi altındadır. Dürtülerden kaynaklanan bu düşünce kalıbı, doğası gereği çok güçlü olduğundan, insanı çok çabuk etkisi altına alabilmektedir. Bunun etkisindeki vücut ise yukarıda belirttiğimiz tepkileri vermekte ve zarar görmektedir.

Aynı şey, kin, öfke ve haset için de geçerlidir.
Üstelik gerçek sevgiye ulaşan insan, başkası için yaşamakta da değildir. Kolektif mutluluğu isteyenin, kendini başkası için kurban ettiğini ileri sürmek, mantıkla bağdaşmakta mıdır? Herkesin “ben” düşüncesi içinde, şu veya bu şekilde başkaları da vardır. En azından, kişinin kendi çocuğu ve ana-babasına karşı ilgisi, ben kavramını genişletmektedir. Mutlaka aile içindeki çıkar çatışmalarında, bireysel ben ön plana çıkacaktır ama dış dünyayla ilişkilerde, çekirdek aile “ben” kavramının çerçevesini genişletmiştir. Dikkat edilirse, bu genişlemenin iki ayrı kaynağı vardır: Genetik yolla aktarılan bilgiden kaynaklanan, nefsanî, “sahiplenme isteği” bunlardan birisidir.

İnsan, biyolojik bağı olan kişileri sahiplenir, kendisine ait olduğunu düşünür ve bu sebeple benimser. Yani dış dünyayla ilişkide, kendisiyle özdeşleştirdiği kişilere, kendisi gibi değer verir. Bu, ben kavramını genişleten nefsanî kaynaktır. Diğer kaynak ise “ortak akıl”dır. Ortak akıl, içinde bulunduğumuz toplumsal gelişmişlik seviyesinde, gelecek nesilleri yetiştirme görevini “aile” adını verdiği, biyolojik bağla birbirine bağlı insanlardan oluşan müesseselere vermiştir. Ben kavramı, bu sebeple de genişlemiş ve hiç değilse biyolojik bağ taşıyan aile üyelerini kapsama noktasında gelişmiştir.

Görüldüğü gibi, “ben” kavramını genişleten ikinci kaynak, ortak akıl, toplumsal zekâ üzerinde temellenmiştir. Yani zekâ, maddi dürtüleri yenebilmiş, “ben” kavramını, dar çerçevede de olsa, “biz”e dönüştürmeyi başarabilmiştir. O halde bakış açısı çok önemlidir. Enerji boyutuyla ilgili etkenler, maddî bedenin isteklerine gem vurabilmekte, değerleri, maddenin dışında şekillendirebilmektedir. Yani bakış açısını değiştirebilmek, tüm kavramları yeniden teşekkül ettirebilmektedir. Bu demektir ki, bütünsel bir bakış açısı, “ben” kavramını tamamen kontrole alabilecek, insanı, zekâsı yerine, dürtüleriyle hareket ettiği için, kaderin önünde savrulan bir yaprak olmaktan kurtarabilecektir.

Olumlu düşünce, olumlu sonuç için şarttır:Gerçek sevgi, pozitif enerji kaynağıdır. Pozitif yöndeki her düşünce kalıbı, aynı şekilde pozitif enerji kaynağıdır. Her konuda, yapılacak her işte, sonuca ilişkin olumlu düşünce ve kanaat sahibi olmak, o sonucun alınabilmesinin birinci şartıdır. Yaşamsal enerji, doğru yönlendirilebildiği takdirde, evrensel gelişme yasasını kullanarak, gelişim ve değişimi gerçekleştirme gücüne sahiptir. Frekansının yüksekliğiyle orantılı olarak, gelişim ve değişime daha geniş ölçekte müdahale etmesi mümkündür. O halde, yapılacak işin sonucuyla ilgili olumlu düşünce, yaşamsal enerjiye doğru yön verilmesi için zorunlu bir aşamadır.
Yine basit bir örnek verelim: Bir iş yapmaya karar vermek, yaşam (beyin) enerjisinin, beyin hücre gruplarından, bu karara esas teşkil edecek bilgileri taşıyanlar arasında bağlantı kurması anlamı taşımaktadır.

En basit karardan en karmaşığına kadar tüm süreç, bu şekilde gerçekleşmektedir. Verdiğimiz kararın, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, bavul taşımaya ilişkin olduğunu varsayalım. Bu kararın gereği olan enerjiyi, vücut kendisi üretebilir. Bu, vücuda besin olarak alınan maddenin enerjiye dönüştürülmesi yoluyla gerçekleşecektir. Beyin, gereken enerjiyi üretme ve kullanma komutunu, hücrelere, yine yaşam enerjisi yoluyla iletir. Hücreler komutu yerine getirdiğinde, bavulun ağırlığına kütle çekimini yenebilecek miktarda enerjiyi açığa çıkarmış olur. Bu süreçte yaşamsal enerji, evrensel gelişme yasasının, kütle çekimi ile ilgili bölümünü ve bunu yenmek için gerekli enerji miktarını tespit etmiş, bu tespite dayalı olarak verilen komutu hücrelere ileterek, maddeyi enerjiye dönüştürmüş, bu enerjiyi kullanarak işin başarılmasını sağlamıştır.

En karmaşık olaylarda da süreç bu örnekteki ile aynıdır. Sadece evrensel gelişme yasasının yapılacak işi yöneten bölümü ile ilgili olarak, işi başarmak için kullanılabilecek enerji miktarı ve temin edilme biçimi değişmektedir. Bizatihi yaşamsal enerji, çok büyük bir kaynaktır. Önemli olan, onu kullanmayı bilmek, doğru yönlendirmektir. Haltercileri düşünelim: Konsantrasyonları düzgün iken rahatça kaldırabildikleri ağırlığı, eksik iken yerinden bile oynatamamaktadır. konsantrasyon, yaşamsal enerjinin doğru yönlendirilmesi için vazgeçilmez bir araçtır, hattâ tam anlamıyla, yaşamsal enerjiye yön verme işidir. Aynı şekilde basketbolcular, konsantrasyonları noksansa, topu çok yakından bile çembere sokamamaktadır. Bütün bunlar, yaşamsal enerjinin doğru yönlendirilememesinden kaynaklanmaktadır.

Olumlu düşünce, hem yaşamsal enerjinin frekansını artırır, hem de, onun doğru yönlendirilmesini sağlar. Buna karşılık olumsuz düşünce, örneğin başarıya karşı duyulan inançsızlık, kesin olarak bir şeyi temin eder: Başarısızlık. Çünkü bilinçaltı, bilginin, beyin hücrelerine farkında olmadan yüklenmesi sonucunda çalışan bir mekanizmadır. Başarıya karşı duyulan şüphe, beyin hücrelerine, farkında olmadan, başarısız sonuç ile ilgili bilgi yüklenmesine sebebiyet verecektir. Bu da yaşamsal enerjinin, evrensel gelişme yasalarını, başarısız sonuca ulaşacak şekilde kullanmasına neden olacaktır. Çünkü farkında olmadan yüklenen bilgi ve bununla ilgili komut, olumsuzdur.
Zihinsel imgeleme, olumlu sonuçların, gerçekleşmeden önce zihinde canlandırılmasını sağlar. Bu yöntem, beyin hücrelerine bilinçli olarak bilgi yüklemek için çok yararlıdır. Bu sayede, olumlu sonucun iz düşümü önce zihinde yaratılır, yani talebe ve sonucuna ilişkin bilgi, beyin hücrelerine doğru olarak depolanır ve yaşamsal enerji, bu doğrultuda harekete geçerek, gereken enerjiyi temin eder ve işi başarıyla sonuçlandırır. Dua, en yoğun zihinsel imgeleme yöntemlerinden birisidir. Ancak başarının şartı, olumlu sonucun gerçekleşeceğine duyulan tereddütsüz inançtır. Tasavvufta, “fiili dua” olarak isimlendirilen, kesin bir başarı inancı ile işe başlama ve aynı inancı muhafaza ederek çalışma, olumlu düşüncenin olumlu sonuç vermesine örnek teşkil eden olgulardan birisidir. Gerçekten de, sonuca ilişkin tereddüt duymadan işe koyulan kişi, her zaman işinde başarıya ulaşır.
Hayatın her parçasında, ileri sürülen bu görüşlerin bir çok örneği ile karşılaşmak mümkündür. Sadece atasözleri ve deyimleri gözden geçirmek bile, asırların deneyiminin, olumlu düşünceyi, olumlu sonuç için şart koştuğunu göstermeye yeter. “Başlamak başarmanın yarısıdır.” Burada önemli olan, başarı inancına yapılan vurgudur. Başlamak, önce karar vermeyi gerektirir. Karar olumlu ise bakış açısı da olumludur. O halde, bu kararla başlan iş, başarıyla sonuçlanacaktır. “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez.”

Burada da vurgu başarı inancınadır. Çünkü herhangi bir işinde sıkışan kişi, başarıya öyle bir ihtiyaç duymaktadır ki, bu onu, yoğun bir isteğe taşır: Öyle yürekten dua eder ki, oluşturduğu zihinsel imgeleme en üst seviyededir. Kaybedecek bir şeyi de kalmadığından, sonuçla ilgili tereddütleri ortadan kalkmıştır. İstek o kadar yoğundur ki, sonucun gerçekleşmesinden başka seçenek tanımamaktadır. İşte objektif şartların zorla da olsa yarattığı olumlu düşünce, olumlu ve başarılı sonucu davet eder: Hızır yetişir. “Sabreden derviş, muradına ermiş.” Sadece başarıya inancı olan kişi olumsuzluklardan yılmaz. Sabra sevk eden sebep, başarıya olan inançtır. Bu da insanı olumlu sonuca taşır: Muradına erer.

Hepimiz, olumlu ya da olumsuz düşüncelerden kaynaklanan döngüsel hayat alanlarına tanık olmuşuzdur. Örneğin, herhangi bir konudaki başarısız sonuç, başarıya olan inancımızı zayıflatır. Bu, sonraki deneylerde, zayıf isteklere ve dolayısıyla, daha başarısız sonuçlara yol açar. Bu döngü kırılamadığı takdirde, her başarısız sonuç, inanç ve istekte yeni zafiyetlere, bu zafiyetler de daha başarısız sonuçlara yol açar. Sonuçta, “bu konuda şansım tutmuyor” diyerek işin içinden çıkmaya çalışırız. Ya da o konuda yeteneğimiz olmadığına inanırız ve bu inanç, o konudaki başarı ihtimalimizi tamamen ortadan kaldırır.
Tam tersi örnek ise olumlu sonuçların kendine güven duygusunu pekiştirmesi ve böylece, sonuca ve başarıya inanç doğrultusunda önemli katkılar sağlamasıdır. Bu güven duygusu, yeni deneylerde başarıya inanca, bu inançsa o deneylerin başarıyla sonuçlanmasına yol açar. Bu kez de olumlu bir döngü aşlar. Başarı arttıkça, güven ve inanç yoğunlaşır, bu, yeni ve çok daha kolay başarıları davet eder. Bu durumda o kişi için “Allah yürü yâ kulum dedi” deriz.

Sonuç olarak, kaliteli ve yüksek nitelikli bir hayat, olumsuz düşüncelerden ve dürtülerden kurtulmaya, olumlu düşünmeye bağlıdır. Her pozitif enerji kaynağı, yaşamsal enerjimizin frekansını yükseltir ve bu yükseldikçe, evrensel gelişme yasası, daha geniş boyutta kavranabilir, yasayı kullanmak için gereken şartlar ve enerji, daha kolay temin edilebilir. Bu sonuca ulaşmak, düşüncelerimiz kontrol edebilmekten geçer. Düşünceyi kontrol etmek, yaşamsal enerjinin hareketini kontrol etmek demektir. Sonuç bize bağlıdır: Ya düşüncelerimizi kontrol edecek ve hayatımızı yöneteceğiz ya da düşüncelerimiz bizi yönetecek ve kaderin oyuncağı olacağız. Tercih bize aittir.

AV.M.İhsan Darende

Beyninizi İyi Programlayın

İnsan beyni biyolojik bir bilgisayardır. Zeka ve
hafızası güçlü insanlarla sıradan insanlar arasında
zihinsel bilgisayarları nda çok az fark vardır. Ancak
başarılı insanlar beyin bilgisayarları nı kullanmayı
iyi bilmektedirler.

Yaşadığımız olaylar, heyecanlarımız beynimize protein
olarak şifrelenir. 2-3 gün sonra aynı olayları
heyecanları ile birlikte hatırladığımızda beynimiz o
bilgileri kayıtlı odacıktan yani disketten okur ve biz
anlatmaya başlarız. Bütün bu bilgiler kimyasal ve
elektriksel olarak kodlanmaktadı r.

İşte beynini iyi kullanan insanlar beyinlerindeki
kimyasallara saygılı davranan insanlardır.

Şu unutulmamalıdı r. Beyinde bilgi akışı kimyasal ve
elektriksel ileti ile olmaktadır. Beyindeki Hard
diskin manyetik parçacıkları da kimyasal maddelerdir.

Bu kimyasalları iyi kullanım için bazı altın kurallar:

1-Kötü belleğin birinci sorumlusu dikkatsizliktir.
Düşünceyi yoğunlaştırabilen insanlar bilgileri
zihinlerine kazırlar. Dikkat edilmeden yazılmış
bilgiler kuma yazılmış gibidir hemen silinir.

2-Kötü belleğin ikinci sorumlusu özgüven azlığıdır.
İnsan beyninde biyolojik bir saat vardır. Eğer o saate
bilerek ve inanarak sabah 07:00 ‘de kalkacağınızı
söylerseniz öyle programlanmış olursunuz. Sabah
07:00’da kalmanız kesinleşir. Kolumuzdaki saate
güvendiğiniz kadar hafızamıza güvenirsek o bizi
yanıltmaz.

3-Kötü hafızanın üçüncü sorumlusu önem
vermemektir. Unutulan bilgiler genellikle o kişi
tarafından önemsenmeyen bilgiler olacaktır.Unuttum
demek mazeret olamaz o konuya önem vermediğimiz
anlamına gelir.

4-Kötü hafızanın bir sorumlusu da akılda tutma
tekniğini bilmemektir. Örnek vermek gerekirse araba,
kuş, mavi, lale kelimelerini akılda tutmak
istiyorsunuz. Doğrudan ezberlerseniz unutulacaktır.
"Mavi arabanın üzerindeki kuşun ağzında lale var”
olarak tasavvur ederseniz unutmayacaksı nız.

5-Kötü belleğin önemli bir sebebi de bilgilerin
kullanılmaması dır. İnsan beni “Ya kullan ya kaybet”
kuralı ile çalışır. Bilgiler tekrar edilirse
pekişecektir. Yazılı bilgelere ulaşmak
kolaylaşacaktı r.
PROF.DR.NEVZAT TARHAN