27 Haziran 2007 Çarşamba

Engeller Aşılmak İçindir

Bir füze, hareketli bir hedefe gönderildiğinde ne olur? Sürekli bir değişim durumu yaşanır. Füze hedef bölgeye doğru ilerlediğinde, kendi gerçek pozisyonu ve hedefle ilgili pozisyonu hakkındaki bilgiyi sürekli olarak kendisini kontrol eden bilgisayara gönderir. Bu arada hedef hareket etmeye devam etmektedir.
Füze, ilk olarak hedeflenmiş yere ulaştığında hedefi artık orada değildir. Bu füze, kaçırdığı hedefle ilgili bilgiyi geri yollar ve bilgisayar, hedefin yeni pozisyonu hakkında füzeyi yeniden yönlendirir.Başka bir deyişle işlem, hemen düzeltilen, en sonunda füze hedefine ulaşana kadar süren bir hatadır.

Bu süreç, teknolojik dilde “negatif geri bildirim” olarak bilinir. İşte yaratıcı imgelemede de beyninizde tamamıyla aynı prensip işleyecektir.
Örnek olarak, diyelim ki siz aşırı kilolusunuz ve imgeleme metoduyla zayıflamaya karar verdiniz. Kendinizi, size çok iyi oturan o kıyafetleri giyerken ve zayıf görünümünüzle gurur duyarken gördünüz. Hedef kilonuza ulaşana kadar, sadece daha önceden belirlenmiş ve yavaşça, istikrarlı bir şekilde kilo kaybetmenize yardımcı olan yiyecekleri yemekten zevk aldığınızı imajine ettiniz. Beyninize canlı bir resmi mühür gibi bastınız.

Zayıflama programınızdan birkaç gün sonra, arkadaşınız size bir dilim kek ikram etti. Onu aldınız ve yemeye başladınız. Kekin son lokmasına geldiğinizde, birdenbire bu keki hiç yememeniz gerektiğini fark ettiniz. Negatif geri bildirim, programlanmış beyninize ulaştı: “Seçtiğim amaç açısından bunu yemek doğru bir şey değil.” Artık keki bitirmenin size pek hoş gelmediğini gördünüz. Bundan sonra yeniden kek yemekten kendinizi alıkoyacaksınız (bunun için içgüdüsel bir hoşlanmama durumu dahi geliştirebilirsiniz), ta ki hedefinize ulaşana ve kilonuz artık istediğiniz düzeye gelene dek.

Hatırlanması gereken nokta şudur: Siz kendinizi bir kez programladıktan sonra, artık belirli türden yiyecekleri yememek için şuurlu bir çaba göstermek zorunda değilsiniz. Bilgisayarınız, yanlış şeyleri yemenize izin vermeyecektir. Her yanlış yola girdiğinizde, beyninizde bir alarm zili çalacaktır. Bunun etkisi ise, siz sonunda amacınıza ulaşıncaya kadar sizi programa döndürmek için dürtüklemek şeklinde olacaktır.
Yoğun siste inişe geçen bir uçak, durumu daha da netleştirmek için iyi bir benzetme olabilir. Hiçbir şey göremediği için pilotun sadece kendi görüşüne güvenmesi doğru olmaz; radarı kullanmak zorundadır. Eğer pilot mükemmel bir iniş yapmaya karar verirse, radar buna uygun bir sinyal verecektir. Ama pilot yön değiştirdiğinde, tabi ki, radar sistemi onu bu durum hakkında uyaracak ve pilot, doğru bir inişi garantilemek için gerekli düzeltmeyi yapabilecektir.

Golf sopasını sallama pratiğini her kim icat etmişse, aslında negatif geri bildirim teorisini hayata geçirmiştir. Hemen hemen bütün golfçüler topa gerçek bir vuruş yapmadan önce sopayı yanlara doğru sallama pratiği yaparlar. Ama bu, birçok golfçüde aynı şekilde etki yaratacak demek değildir; onlar yine de her şekilde kötü bir vuruş yapabilirler. Ama en iyi golfçüler, hatta diğer spor alanlarındaki en iyi oyuncular bile, yıllardan beri yaratıcı imgelemeden hiç de farklı olmayan bir tekniği kullanmaktadırlar.

Şampiyon bir golfçü, basitçe bir sallama pratiğinden daha fazlasını yapar; güçlü bir şekilde topa vurduğunu, topun doğru hızda hareket edip tamamen doğru açıda döndüğünü imajine eder. O, topun havada hızla hareket ettiğini ve yeşil çimenlere indiğini görür. Şampiyon bir golf oyuncusu, sallama pratiği yaptığında, bütün olaylar zihninde net ve canlı bir şekilde yerini bulur.

Bundan sonra sadece topa doğru bir adım atar ve golf sopasıyla birlikte sallanır. O anda, hafızasının hücreleri önceden yaptığı pırıl pırıl vizyonla programlanmıştır ve bu, belirgin bir şekilde, olayın zihinsel imajına uymak için gereken kassal çabayı yaratır. Sporcu aslında, daha önceden imajinasyonunda yaşadığının aynısını tekrarlar.
Bu tekniği bundan birkaç yıl önce genç bir golfçüye öğretmiştim ve oyunu büyük bir ölçüde gelişmişti.

Topa gerçek bir vuruş yapmadan önce “düşünme” pratiği içeren prosedürü, doğal olarak izlemişti.
Onun hareketlerini gözlemleyen ve golf oyunculuğunun kalitesinin geliştiğini gören -ama onun zihninde ne olup bittiğine dair hiçbir fikre sahip olmayan- arkadaşları bu işin sırrını, sallama pratiğine yordular. Böylece, onu taklit etmeye başladılar ama kendi sallama pratiklerinin kendi oyunlarında neden aynı vurucu etkiyi yaratamadığını bir türlü anlayamadılar.


Bizler negatif geri bildirimi her zaman kullanıyoruz ama birçok durumda, beynimiz bunu içgüdüsel bir şekilde gerçekleştirdiği için ne yaptığımızın kesin olarak farkına varmıyoruz.

Bu metodun işlemesini sağlamak için şuurlu bir şekilde çabalamamayı hatırlamak çok önemlidir. Beyniniz işlevini oldukça otomatik bir biçimde yerine getirecektir. Örneğin, aniden soğuk bir ortama dalarsak bedenimiz bunu bize otomatik olarak bildirir. Sıcakladığımız ya da korktuğumuz zamanı bize söyler. İnsan beyninin, bilimin daha anlamaya başlamadığı “saatleri” ve “metreleri” vardır.

Yaratıcı imgelemenin ilkelerini biraz abartılı şekilde anlatmak için bilgisayar ve füze karşılaştırmasını kullandım. Ama başka cihazlar da görsel düzeyde negatif işaretler verirler.
Örneğin, evlerimizde kullandığımız ütüyü düşünelim. Ütü aşırı kızdığında bunu işaret etmek için üstünde kırmızı bir ışık yanar. Bu çeşit bir eşyayı kullanan kişi, negatif işaretlerin, çok aşırı uçta olmamakla beraber farkındadır. Bu farkındalık bizi, kafamıza koyduğumuz işi yapmaktan, örneğin çarşafları ütülemekten alıkoyamaz.
Aynı davranış, yaratıcı imgeleme metodunun kullanılışına da uygulanabilir. Bizler olumsuz yanlarımıza, onlar tarafından ele geçirilmeden bakabilmeliyiz çünkü bunların ters tepki yaratan etkileri olabilir.
Eğer bir golfçü, yolunun üzerinde kumdan bir tuzak olduğunu bilirse, bu bilgiye sahip olması onun için yeterlidir. Eğer bu tuzağın üzerine aşırı bir şekilde konsantre olursa, topu tam onun üzerine kondurması oldukça mümkündür.

Onun hedefi, tehlikelerin farkında olmaya devam ederek yeşil alana konsantre olmaktır. Başarı için kendimizi programladığımızda, negatiflerin yerine pozitifleri geçiririz. Beynimizin bizi tehlikeden korumasına izin veririz. Eğer kendinizi iyi bir şekilde programlamışsanız, beyniniz sizi problemden uzak tutacak ve otomatik refleksin ve negatif geri denetlemenin yardımıyla sizi başarı yoluna götürecektir.
Azmedin!
Bazı uzun vadeli problemlerden dolayı acı çektiğinizde, bir süre için çabalamak ve sonra çaba göstermekten yorulup vazgeçmek çok kolaydır. Yaratıcı imgelemeyle sonuçlar göreceli olarak hızlı bir biçimde oluşmaya eğilim gösterebilir, bu yüzden bu kolayca vazgeçme eğilimi azaltılabilir. Unutmamanız gereken bazı noktalar vardır:
• İlerleme her zaman pürüzsüz ve düzenli olmayabilir. İlerisi için kendinizi dev adımlar atarken gördüğünüz durumlar olabileceği gibi, bazı zamanlarda, yapabileceğiniz şey küçük bir adım atmaktır.

Bu durumun sizi endişelendirmesine izin vermeyin. Bilinçaltınız her zaman istediğiniz sonucu başarmanız için çalışıyor. Kendinize söylemeniz gereken şey, probleminizden sonsuza kadar kurtulmanın, sadece beklediğinizden bir ya da iki haftadan daha fazla bir süre alabileceğidir. Eğer bu problem, fazlasıyla uzun bir zamandır yaşadığınız bir şeyse, bu ekstra birkaç haftanın yarattığı farklılık ne kadar olabilir ki?
Kendiniz için başarılabilir amaçlar seçtiğinizden emin olun. Özellikle bu problem uzun zamandan beri süregelen, yani bir hayat boyu devam eden bir fobiyse, bunu, makul, şuurlu zihninizin çok daha kolaylıkla kabul edebileceği küçük parçalara bölmek gerekebilir.
Korkmayın çünkü bilinçaltınız bu dev adımı atarak bu durumla başa çıkabilir ama yolunuzda ilerlerken başlangıçta imkansızmış gibi görünen hedefinizle ilgili bir şüphe duyacak olursanız, bu gidişatı kendiniz için daha kolay bir hale getirmek için, sadece belirli bir zamanda tek bir aşama üzerinde yoğunlaşarak bu durumu kolaylaştırın.
Attığınız her adımın önemli olduğunu ve her birinin kendi içinde bir başarıyı oluşturduğunu hatırlayın. Sadece bu sebepten değil, yeni yeni filizlenmeye başlayan özgüveninizin iyiliği için de unutmayın ki, bu yolculuğun kendisi de gideceğiniz yere varmak kadar önemlidir.

Programınızda Ayarlamalar Yapmak:
İnsanlar genellikle varmaya çalıştıkları hedefle ilgili en küçük bir sapmada; örneğin, sigara içmekten vazgeçmeye çalışırken bir iki sigara içtiklerinde kendilerini hemen başarısız olarak görüp tekniğin işe yaramayacağına karar verirler. Oysa günde bir paket sigara içen bir kişi, çok sigara içmekten vazgeçtiği için kendini takdir etmelidir. Eğer biri ona sadece bir iki hafta önce, her gün yirmi sigara içmek yerine haftada iki sigara içeceğini söylemiş olsaydı, mutlaka ki bu kişi bundan büyük bir sevinç duyardı.Bu yüzden, bu yol boyunca elde ettiğiniz başarıları takdir etmeyi aklınızdan çıkarmayın ve vizüalizasyonunuza negatif engeller dikmeyi durdurun; bunlarla başa çıkmanın makul bir yolunu bulmak için kendinize izin verdiğinizi hatırlayın. Amacınıza hala ulaşabilirsiniz; bu, biraz daha farklı bir yaklaşım anlamına gelse bile.
Eğer arabanızla bir tatil yöresine gitmek üzere yola koyulsaydınız ve her zamanki rotanızı takip ederken bir dizi yol çalışmasıyla ve “yol değiştirme” işaretiyle karşı karşıya gelseydiniz ne yapardınız?

Gideceğiniz yere varmanın mümkün olamayacağını düşünüp tatili iptal etmek zorunda kalarak eve dönmeye karar vereceğinizi söylemeyin sakın bana. Hayır, aksine, yol değiştirme işaretlerini takip edip normalde her zaman kullandığınız yola çıkıncaya kadar size sağlanan geçici yolu izlersiniz. Yaratıcı imgeleme de sizden aynısını ister. Yaptığınız hata ya da yol boyunca karşılaştığınız güçlükler her ne olursa olsun, uzun vadeli probleminizle başa çıkma ve yeni hedefinizi başarma konusunda engellenmeyeceksiniz. Yeterince azmederseniz, istediğiniz sonuca ulaşmaktan kaçış yoktur.

İçten Dışa Değişim Teknikleri, - Ursula Markham

Meta -Yayınları, Ekim 2001.

Beynin içine bakmak-(2)

Baş, elektrik sinyallerine karşı kapalı olsa da, manyetizme karşı tamamıyla açıktır. Beyindeki her elektrik sinyali aynı zamanda zayıf bir manyetik alan yarattığı için, ilke olarak manyetik bir beyin dalgası sensörü beyindeki derin elektrik faaliyetlerinin net bir resmini çıkarabilir. Beyindeki manyetik faaliyetin kabataslak resimleri SQUID (süper iletken kuantum karışım cihazı) manyetometrelerle elde edilmektedir, ama beyinde oluşan manyetik faaliyetlerin haritasının çıkarılması, manyetik beyin sinyallerinin zayıf olması (beyin manyetizmi dünyanın manyetik alanından 100 milyon kez daha zayıftır) ve sıfır dereceye kadar soğutulan büyük vakum kaplara bağlanması gereken çok büyük boyda süper iletken detektörler nedeniyle geliştirilememektedir. Yapılması ümit edilen oda sıcaklığındaki süper iletkenlerin ilk vereceği sonuç, yaşayan beynin derinliklerindeki manyetik faaliyet resminin çıkarılmasının çok büyük çapta ilerlemesi olabilir.


Beynin iç faaliyetini görmenin başka bir yöntemi de PET (pozitron emisyon tomografisi) tekniğidir. PET tekniğinde, kan dolaşımına kısa ve çok az dozda radyoaktif şeker verilir. Şeker, beynin metabolik faaliyetinin en yüksek olan kısımlarına, yani "en çok çalışan" beyin merkezlerine gider. Bir pozitron (çok minik zıt madde) yayarak beyindeki varlığını belli eder; bu pozitron sıradan maddeyle temas edince patlar ve iki tane güçlü gamma ışını oluşturur. Beyin bu radyasyon türüne neredeyse tamamıyla açıktır. Başın çevresinde bulunan gamma ışını detektörleri bu iki ışını alırlar ve bir bilgisayar kafatasının derinliklerindeki köklerine gidene kadar bunların izledikleri yolu takip eder.

Bu gamma ışınları bilgisayarın, beynin şeker metabolizmasının kayan yapısının üç boyutlu bir renkli televizyon görüntüsü halinde göstermesine yardımcı olan işaret görevini yapar. PET, Kety'nin beyin çalışması ölçümlerinin dinamik bir versiyonudur. Sadece beyin metabolizmasındaki tüm değişiklikleri kaydetmekle kalmaz, aynı zamanda beynin sahibi çok çeşitli zihinsel işleri yürütürken beynin çalışmasının değişik beyin merkezlerine dağıtılmasındaki değişimi de etkin olarak resimler.

Ölü beyni yıllarca anatomistlerin bıçağıyla inceleyip, parçalara ayrılmış beyin hücrelerini optik ve elektron mikroskoplarla gözledikten sonra, artık çalışan beynin derinliklerine bakmaya, beynin kendi elektriksel ve manyetik etkilerinin yanısıra radyo dalgalarını ve gamma ışınlarını da akıllıca kullanmaya başlıyoruz.
Kaynak:Ayna yayınevi

Beynin içine bakmak(1)

Temel Bilinç - Nick HERBERT

Beyin artık bilinç organı olarak tanımlandığı için, zihinbilimciler bu organı anatomistlerin incelerken yaptığı gibi soğuk ve cansız bir yapı şeklinde ele almak yerine, çalışırken incelemenin yollarını bulmaya uğraşıyorlar.

Cerrahlık sanatının belirli uçları yaşayan beyin hakkındaki bilgimizi arttırmıştır; örneğin, Wilder Penfield'ın bilinçli hastaların açık korteksini doğrudan uyarımı ve James Olds ve ekip arkadaşlarının insan beynindeki zevk ve acı merkezlerini tahrik etmesi gibi. Ancak, yaşayan beynin cerrahi araştırması sadece alışılmadık durumlarda kanıtlanabilir. Zihnin günlük çalışmasıyla ilgili yoğun merakımızı gidermek için cerrahın neşterinden daha az saldırgan araçlara ihtiyacımız var.

Dinamiti icat eden Alfred Nobel, bilim, edebiyat ve dünya barışı konularındaki büyük başarıları ödüllendirmek için Nobel Ödüllerini ortaya çıkarmıştır. Fizik dalındaki ilk Nobel Ödülü, X ışınlarını keşfinden dolayı Wilhelm Roentgen'e verilmişti. Normal ışıktan 10.000 kat daha fazla enerji yüklü elektromanyetik radyasyonun bir formu olan X ışınları, yaşayan bedenin iç resmini çıkararak tıp bilimine değer biçilemez bir katkı getirmiştir. Eski moda X-ışını fotoğrafı son zamanlarda, hareket edebilen X-ışını kaynağı ve sabit tarayıcı düzeninden oluşan modern bir teknikle desteklenmiştir. Bu tarayıcılardan gelen bilgi bir bilgisayarla toplanır ve CAT tarama (bilgisayar eksenli tomografi) adı verilen bir teknikle beyin veya başka bir parçanın üç boyutlu görüntüsü ortaya çıkar. Et, bu ışınlar için göreceli olarak daha şeffaf olduğundan, X ışınları beyin gibi yumuşak dokuları incelemekten çok, kemik yapılarını görmeye uygundur. Doktorlar bağırsaklarınızı X ışınlarına karşı daha kesif duruma getirmek için baryum (ağır metal) lavman uygulaması yaparlar.

Son zamanlarda geliştirilmiş olan NMR (nükleer manyetik rezonans) veya MRI (manyetik rezonans görüntüleme) tekniği, X ışınlarıyla oluşturulan kemik taramalarını tamamlayan yumuşak dokuların detaylı resimlerini oluşturabilmektedir. Ayrıca, MRI cihazı manyetik alanlar ve radyo dalgaları kombinasyonuyla vücudu inceler; bu kombinasyondaki iki unsur da, X ışınlarının bazen zarar verebilen etkileriyle kıyaslandığında, bildiğimiz kadarıyla zararsızdır. MRI cihazı zayıf radyo sinyallerini çıkarmak için vücuttaki hidrojen atomlarını harekete geçirmek şeklinde çalışır. Daha sonra bu atomik radyo istasyonlarının yoğunluk ve konumunun üç boyutlu bir haritasını çıkarır. Vücuttaki yumuşak dokuların çoğu üçte ikisi hidrojen olan sudan oluştuğu için, bu işlem beyin de dahil olmak üzere, vücudun etli iç kısmının detaylı bir resmini meydana getirir. MRI cihazı beynin statik resmini oluşturur; diğer teknikler beynin sürekli devam eden faaliyetlerini göstermek için kullanılır.

BEAM tekniğinde (beyin elektriksel faaliyet haritası) çoklu elektrodlar kafatasına bağlanır ve her elektrodun voltajı renkli bir ekranda kayan elektriksel kalıpları gösteren bir bilgisayara gönderilir. BEAM beyinle ilgili gerçek bir hava durumu haritasıdır ve beynin dış zarı yüzeyinde oluşan elektriksel "beyin fırtınaları" konumunu açığa çıkarır. Ancak, kafa yüzeyindeki elektriksel faaliyet, içerideki karmaşık faaliyeti belirsiz bir şekilde yansıtır.

Beyin sapındaki elektriksel faaliyet, kafatası voltajlarında sadece dolaylı olarak yansıtıldığı için, bilinçteki büyük değişiklikler --örneğin, komadan uyanıklığa geçişteki-- kafatası elektriğindeki büyük değişikliklerle karşılaştırılmadan meydana çıkabilir. Beyin, videonuzu besleyen korumalı kablolarda olduğu gibi, elektrik sinyallerinin dış dünyaya sızmasını önlemek amacıyla bilerek tasarlanmış gibi görünmektedir.

Beyin, iletken bir sıvı içinde bulunur ve televizyon kablosunu elektriksel olarak koruyan geçirgen metal kılıfa benzeyen, nem geçirgen destekleyici bir dokuyla sarılmıştır. Ayrıca, televizyon kablosunun koruyucu lastik kaplamasına benzer, ince yalıtıcı bir katmanla (kafatası) kaplanmıştır. Bunun üzerinde de, kafatasının tamamını içine alan saçla kaplı ikinci bir iletken zar vardır. Beynin çoklu elektriksel bariyerlerinden geçmeyi başarabilecek elektrik sinyallerinin çok sağlam olması ve içeride derinlerde devam etmekte olan gizli elektriksel değişikliklerin bir temsilcisi olmaması gerekir.

devam edecek...
Kaynak :Ayna Yayınevi

DÜŞÜNCEYİ DEĞİL DÜŞÜNMEYİ ÖĞRENMEK

Immanuel Kant öğrencilerine hitaben “ Benden hazır düşünceleri değil, düşünmeyi öğreneceksiniz” diyerek; felsefenin asıl amacının hali hazırdaki bilgileri öğrencilere aktarmaktan ziyade onları düşünmeye sevk etmek olduğunu belirtir.
M.A.Ferriere “ Yalnız bilgi veren okul ortadan kalkmalıdır” sözü ile öğrenciyi doldurulacak bir vazodan ziyade tutuşturulması gereken bir ateş olarak görür.
Bu görüşler etrafında temel olarak eğitim anlayışını eleştiren Prof.Dr. İhsan Turgut; mevcut eğitim anlayışlarındaki tek tip birey yetiştirme ve orta standart anlayışını eleştirerek; eğitimin her şeyden önce kişinin kendisini bulması ve sınırlarını zorlaması gerektiğini ifade eder.

Aklın en önemli özelliğinin eleştirmek, sorgulamak olduğunu belirterek, mevcut anlayış akla sadece körü körüne sorgulamadan inanma anlamını yüklediğini belirtiyor. Oysa aklın fonksiyonunun; seçenekleri görmek ve bunlar arasında uygun çözüm yolunu bulmak olduğuna inanıyor.
Öğrencinin eksikliğini hissetmediği hiçbir şeyi öğrenmek istemeyeceğinden;bu istek ve hevesin oluşturulmasında felsefeden; onun sorgulama merak öğesinden mümkün mertebe yararlanılması gereklidir.

Prof.Dr. İhsan Turgut’a göre eğitim; çocuğun imgeleme ( hayal gücünü, yaratıcılığını) artıran; onu programlar ve ders kitaplarının üstlerine çıkaran, onları sorgulattırıp ezdirmeyen eğitimdir. Hayal gücünü, yaratıcılığını artırmayan, çocuğu araştırmaya sevk etmeyen bir eğitim, eğitim değildir. Yaratıcılık gücü; bizi sınırlı olan algısal dünyanın ve aklın tutkularının üstüne çıkarır. İmgelemede bir sentez var, yaratıcılık var, kişilik gelişir; bir üslup oluşur. Bilinci işe katmayı reddeden bir eğitimci, yalnızca bir şartlandırıcı olmakla yetinmek zorunda kalır.
Eğitimcinin bir ebe gibi fikir doğurtucu olduğunu belirterek; Sokratesin “ Öğretmen bir ebe gibidir; herkese biraz felsefe,biraz bilgelik bulaşmalıdır.

Hele bu herkes bir öğretmen ise ona daha çok bulaşmalıdır' .Felsefe öğretmenleri, öğrencileri kendilerine inandırmak için değil; onların aklını uyandırmak için ders verirler. Felsefe öğrencileri de öğretmenleri onların kendisinden bağımsız kaldığı için ona minnettar olurlar. Bu alanda okullarımızda felsefe bölümlerinin açılmasını gerekli bulmaktadır.

F.Charnot ; “ Felsefe sınıfı; insancıl orta eğitimi taçlandıran sınıftır. Felsefe sınıfı olmayan bir kolej, kafası kesilmiş bir gövdeden başka bir şey değildir.” Diyerek okullarımızda bu eksikliğin giderilmesi gerektiğini; giderildiği takdirde eğitimimizde gözle görülür bir iyileşme; kalite artımı olacağını belirtir. Öğretmenlerin yerine göre bir Sokrates yerine göre bir Beethoven olmalıdır; notalarla, kelimelerle şaheserler meydana getirdikleri gibi; öğrencilerden de böyle kaliteli ürünler meydana çıkarabilirler.
J.J.Rousseau ; “ Size bir çocuk teslim ediyorum. Bu çocuk doktor olsun, hakim olsun, rahip olsun diye değil; adam, yani insan olsun diye teslim ediyorum ” Konunun bu kısmında eğitim ve öğretim kavramına değinen İhsan Turgut; Eğitim ile öğretim ayrımını dile getirerek;
Eğitim melekeleri geliştirir, öğretim bilgiler kazandırır;
Eğitim ruhu yüceltir, öğretim sadece araçlardan biridir,
Eğitim amaçtır; öğretim sadece araçlardan biridir.

Sözleri ile önce kişilik geliştirmenin önemine değinir. Halkımız arasında kullanılan bir tabir vardır “ Tahsil cehaleti alır; eşşeklik baki kalır” halk dilinde de ifade bulan bu anlayış ile öğretimden önce öğrencilere eğitim verilmesi gerekir. Öğretim lisede, okulda, sınıfta; eğitim en birinci olarak aile ve sonrada okulda verilir; anlayışı da bunun bir yansımasıdır. Aynı şekilde; bilgiler veren öğretim; önceliği insanlar yetiştiren eğitime bırakmalıdır.

Eğitimci bir aracı olmak durumundadır. Bu aracılığı da en iyi şekilde, bilgiye, insanlığa ve değerlere yapacaktır. F.Kieffer ; “ Kendini gençlerin eğitimine adamak isteyen kimsenin en temelli vasfı ruh tazeliği olmalıdır.” diyerek; eğitimcinin kendini yenileyen, tazeliği devamlı olarak içinde taşıyan bir kişiliğe sahip olması gerektiğini vurgular.
Oyunun önemine de değinen İhsan Turgut; oyunun çocuğun dış dünyasına açılan tek penceresi olduğunu vurgular. Oyun çocuğun dilidir. Onun imgeleme gücünü artırır. Yaratıcı yapar. Onun yaratıcılığı arttığı oranda başarılı olması da kolaylaşacaktır.
Sorgulama, felsefenin ve eğitimin temel yöntemidir. Sorgulamadan uzak eğitim, talimden başka bir şey değildir.
Düşünmeden uzaklaştıran eğitim hiçbir şekilde okulu hayata taşıyamaz; fakat okulun birinci işlevi öğrenciyi hayata hazırlamak olması gerektiğinden hayat şartlarını sorgulama; olaylar arasında bağlantılar kurup, doğru seçimi yapabilmek için; okul hayatın bir ön hazırlığı olmalıdır. John Dewey; “ Toplum hayatı bakımından eğitmenin tek yolu bu hayatı yaşamak ve uygulamaktır. Aksi takdirde, suya girmeden yüzme öğrenmek olur.” Ezbercilik yetenekleri köreltir.

Oysa ki samimi bir denemeden elde edilen en küçük sonuç; en iyi kopyadan daha değerlidir. Alışkanlık makineliktir. Hürlüğü sınırlar, bilinci paslandırır. Felsefe aklın temyiz mahkemesidir; devamlı değişen teknoloji ve insana bağlı olarak, temyiz gücünü çalıştıran akılda zamanına, çağına uygun doğruya varacaktır.

Eğitim kitaplarımızda tek yönlüdür; değişikliğe açık değildir. Ana kaynakların isimlerini sadece kitaplarda görürler; onlar için Sokrates; Emile; Nietzsche hiç yaşamamıştır. Yeni dönemde ürün veren hiçbir edebiyatçımız kitaplarda geçmez. Ama Avrupa ad tek kitap anlayışı yoktur. Birden fazla ders kitaplarımız yok. Dünyanın en iyi coğrafyasına; en derin tarihine ve son dinine sahibiz; fakat eğitim anlayışımızdaki eksiklik bizi geri bırakıyor.

Eğitim sistemimiz anlatı ve ezber üzerine kurulmuştur. ÖSS sınavları bile ezberciliği sorgulamaktan başka bir işe yaramıyor. Sorgulayıcı bir sınav sistemimiz yok. Her türlü bilginin sorgulanması gerekir. Umberto Eco, Gülün Adı’nda “ Bütün kitapları İncil de dahil, bütün kitaplar iman etmek için değil; anlamak ve araştırmak içindir.” der. Aşırı övme ve aşırı yerme gerçekleri görmemizi engeller.

TEKNOLOJİ ÇAĞINDA FELSEFENİN ÖNEMİTeknoloji çağımız insanlarına getirdiği bir çok kolaylık yanında; insanlara kolay bilgi sağlayarak zihnin o alanda çalışmasını engellemektedir. Bilgisayarı kullanan başkasının kafası ile düşünüyor. Bu halde insanlarda zihin tembelliğine yol açıyor. Böyle bir tembelliğe alışan zihnin yaratıcı olma niceliğinden bir şeyler kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya gelmesi muhtemeldir.
Bilgisayarın insanı düşündürmekten uzak tuttuğunu ileri süren Prof. Dr. Necati Öner; bu konuda bilgisayarı düşünen ve karar veren bir aygıt yerine koymuştur. Oysa ki bilgisayar her gün işe yeni başlayan bir yardımcı gibidir. Bilgisayar hata yapmaz; hatayı insan yapar.

Bilgisayar bizim verdiğimiz komutlara göre işlem yapar, program çalışmıyorsa programcı hatasındandır. Atom bombası bir teknoloji ile gönderildiyse onu yapanda düğmeye basan da bir insan.
Prof. Dr. Necati Öner; kendini tamamen bilgisayara teslim eden; adeta onun esiri olan insan; bilgisayarın girmediği manevi dünyasını; yani din, ahlak, sanat dünyasını ihmal eder diye endişe ediyor. Aynı konuya ilgiyi çeken; Engin Gençtan’da “İnsan dış dünya uyaranlarıyla aşırı beslenirken, iç dünyalarından ulaşan uyaranların sesi giderek duyulmaz oluyor” diyerek; konuyu uzmanlık alanına taşımıştır.

Bilgisayar teknolojisini; İnternet olarak ele aldığı zaman; bu dünyayı saran iletişim-bilgi ağını; bazı insanların dünyadan saklanma ve uyarıcı eksikliklerini gidermek amacıyla kullandıklarını belirterek; toplumdan kaçış olarak değerlendiriyor. Ama toplumdan kaçış söz konusu olduğu zaman F.Nietzshe’nin “ Kaçış; hasta olanın toplumdan kaçması olabileceği gibi; hasta olan toplumdan kişinin kaçışı da olabilir” diyor. Engin Gençtan, Prof. Dr. Necati Öner’ e hak verir bir nitelikte olarak “ Artan sayıda insan, arada bir enformasyonun ulaşamayacağı mekanlara kaçma ihtiyacını duyar oldu şimdilerde.

Tabii bunun tam karşıtı ihtiyaçları olan insanlar da var, genellikle limbik sistemlerinden kopuk ve kortekslerin talepleri doğrultusunda yaşayan. Sürekli bilgi depolayan ve dinleyici bulduğunda da bunları geri kusan” açıklaması ile gelişen teknoloji karşısında enformasyon ağına düşen insanın limbik sisteminden yani duygu ve heyecan durumlarını meydana getiren beyin yapısından uzaklaşarak; korteksin yani bilgi durumlarını içeren beyin durumlarının etkisi altında kaldığını belirtiyor.

Bu konuya değinen Necati Öner’de insanın insani olanlardan uzaklaşacağını; hatta duyu aleminin de bilgisayar ortamına girmesi halinde; yani sanat din gibi öğelerde bilgisayar ortamına taşınırsa, tarihi bir gelişme içinde oluşan insanlık tarihinin ortadan kalkacağını; yeni bir insan tipinin ortaya çıkacağını belirtir. Bu tip insanın duygulardan uzak makine adam olacağını, bu tip varlığın insanlık için tehlike olacağını belirtir.

İnsanın bilimle elde ettiği gücü bilimle kontrol edemez; diyen Necati Öner; bu elde edilen gücün kontrolünü insanların eline vermek gerektiğini, ve kontrol edecek insan yapısında mutlaka yoğun bir felsefe bilgisi olmalıdır görüşünü savunur. İnsanın psikolojik, sosyolojik ve fizyolojik yapısından da öte de bir metafizik yapısı vardır. Sadece ilk üç boyuta göre güce yön vermek yanlış olacaktır. İnsan söz konusu olduğu zaman onun metafizik yapısı da göz önüne alınmalıdır.

İnsanı bütünlüğü ile ele alan felsefedir. Bilim ve teknolojinin insana sağladığı büyük güç, insan varlığının bütünlüğü dikkate alınmadan, sırf bilim için mümkün olan her yönde kullanılırsa insanın aleyhine olacak sonuçlar ortaya çıkabilir. Bilimsel faaliyet, her yöne açık bir faaliyettir. Onun kontrolü insani denen, insanın manevi dünyası ile ilgili değerlerle olur. Böyle bir kontrol tabi bir etkinlik insani olan amaca hizmet eder ve insanın mutluluğunu sağlar.


Bilgisayar alanında endişe duyduğu bir konu olarak ta; bilgisayarın ferdin zihin işlemesini olumsuz yönde etkileme ihtimalidir. İnsanlığın kullanmış olduğu her teknolojinin kullanışlılığı ile ilgili olarak bir felsefenin gerekliliği önemlidir. İnsan yapısı bütün boyutları ile düşünülerek yeni gelişen teknolojiden insanların mümkün mertebe faydalanmasını sağlayıp, zararlarından korumak koruyucu ve geliştirici bir felsefi düşünüş ile sağlanabilecektir.

Necati Öner; felsefenin faydalı olabileceği bir diğer alan olarak ta test usulü sınavları görür. Bu tür sınavlarda ezberleme ön planda olup düşünmeye yer verilmemektedir diyerek, felsefi düşüncenin akıl yürütme özelliği üzerinde durarak bu alanda da böyle bir düşünce geliştirilirse eğitim açısından daha faydalı sonuçlara erişebileceğimizi belirtir.
Gelişen teknolojiye karşı gelebilecek sorunlara karşı çözüm; insan varlığının daha iyi tanınmasında yatmaktadır. İnsan varlığını bütünlüğü içinde tanıyan bir kişi, ancak, insanla ilgili faaliyetlerde, olması gerektiği gibi hareket edebilir. Böyle bir hareketi sağlayan felsefi tutumdur. Bu nedenle gerek insan fertlerini gerek topluluk ve toplumları yöneten ve yönlendirenler ( yönetici, politikacı, öğretmen, yazar v.b) böyle bir tutuma girebilirlerse, insan hayrına olabilecek işler yapabilirler. Felsefi bir tutum da ancak felsefe öğretimi ile mümkün olacaktır.
kaynak:internet

Enerji Çalışmaları

Enerji çalışmaları ikiye ayrılır:


1)İçsel Çalışmalar: Duygu, düşünce ve davranışları kontrol altına alıp olumlu titreşimleri olması gereken düzeye hatta daha saf titreşim haline getirmek (Bilinç seviyesini yükseltmek).
2) Dış Çalışmalar: Evrenden yardım alarak bizim bozuk titreşimlerimizle çekemediğimiz enerjiyi bilinçli yönlendirmelerle rezone olabilmek. Sorunlu bölgeye yönlendirilen enerji o bölgedeki titreşimleri olması gereken düzeye getirir.

Bunun için;İbadetler Müzik (ses)BeslenmeTeknik Çalışmalar (Nefes Çalışmaları, Reiki, Meditasyon, Yoga, Bioenerji Terapileri)Renklerle Terapi (Kromoterapi)Doğa TerapileriRenk Terapisi:Dünyadaki bütün elementler güneşte bulunmaktadır.

Güneş ışınları bize tüm kimyasal bileşikleri oluşturan her bir elementin enerjisini getirir. Beyaz ışık güneşteki elementlerin ve kimyevi maddelerin enerjisini taşır. Dünyadaki hiçbirşeyde renk yoktur. Canlı - cansız her madde quant taneciklerinin belli frekansta yoğunlaşmasıdır (duygu ve düşünceler de öyledir). Işık, maddelere çarpınca, maddenin ememeyip de dışarı kırarak yansıttığını renk olarak algılarız.
Frekans yoğunluğuna göre her maddenin rengi farklıdır. Şakraların, auraların rengini de bu düzen tesbit eder. Bir ağaca ışık vurduğunda gövdeyi kahverengi, yaprağı yeşil, meyveyi kırmızı gösteren, her birimin ayrı frekansta oluşudur.

Işık olmayınca, herşey renksizdir.Şakralar, iç salgı bezlerinin üstündedir. Işık, çalışması için gerekli enerjiyi, uygun vibrasyonla şakralara yükler. Bu da bizdeki vücut kimyasını etkiler. İç salgı bezleri düzgün çalışınca, düzgün salgılanan hormonlar kana karışır, sağlıklı oluruz. Bu; duygudan düşünceye, oradan eylemlerle evrene açılan ve bize biz ne isek, ne durumda isek, nerede olmak istiyorsak oraya dönüşüm yapan bir döngüdür.

Takdir, düzenin şekline göre evrene verilendir. Evrensel yasalardır. Kısmetimiz, bizim hakettiğimizdir. Tekamülümüz, bize bilgiyi doğru kullanmayı, doğru kullanılan bilgi de, yaşamı başarmayı getirir. Evrede mevcut enerji hazırdır. Ne kadarını, hangisini çekeceğimiz bize bağlıdır. Onu ayarlayan bizleriz.

Aura Renkleri:Kaliteli gelişmiş bir kişiliğimiz varsa, renklerimiz parlak, canlı ve üst düzey saf yüksek frekanslı enerjileri çekebilen renklerdendir. Şakralarla fiziksel bedenei o tür enerjileri iletir. Düşük frekanslarda (negatif yüklü) renkler bozuktur. O türlü enerjileri çeker. Sistemleri (duygusal, fiziksel, zihinsel) o titreşimlerle sorunlu çalışır. Ruhsal, fiziksel ve zihinsel sorunlar oluşur. Gökyüzü pırıl pırıl, doğanın renkleri canlı iken nasıl içimiz açılıyor, kapalı - bulutlu iken kasvet çöküyorsa, aurası berrak, canlı (pozitif yüklü) olanların karşısında hep mutlu ve olumlu oluruz. Ne biz ona olumsuz enerji yükleyebiliriz, ne de o bizden veya evrenden olumsuz enerji çeker.

İki sistemimiz vardır; İstem Dışı Sistem: Kalp atışı, solunum, otomatik fonksiyonlar.İstemli Sistem: Merkezi beyin, omuriliktir. Düşünür, hisseder, eylemde bulunuruz.İlk yaradılan, öz varlığımızdır. İstemli sistemin bilinçli kontrolü ve sağlıklı titreşim yayması, istemdışı sistemin ve fiziksel organizmanın faalietlerini sağlıklı kılar.
Sağlığımızın bozulmasının en önemli sebeplerinden biri, yanlış duyguların yönlendirdiği yanlış düşünceden kaynaklanır. Düşünce, tasavvur edip ona gönderdiklerimizin gerçekleşmesini, oluşum haline gelmesini sağlayan şuuraltına etki eder. İyileşme, herşeyde olduğu gibi zihinde, beyinde değişiklikle başlar. Bireysel şuur, evrensel şuurun bir parçasıdır. Yönlendirilmesi ile evrensel şuur tetiklenir (yeni oluşum için).

Bunun için zihni ve şuuraltını çok iyi kullanabilmeli, imgelemeyi çok ustalıkla yapabilmeliyiz. Bunun için imgeyi uzun süre tutup, niteliğini (canlılığını, parlaklığını) koruyabilmeliyiz. Daha sonra bu imgeyi uygun yere yönlendirmeliyiz.
Bunu alışkanlık haline getirmeliyiz.
Enerji sistemimizdeki sorunlu şakrayı bularak (soruna göre şakranın az çok dengesiz oluşu, sistem sorununa göre hangi şakranın sorumlu olduğu, organlara göre hangi şakranın sorumlu olduğunu bularak) niteliğini bilerek egzersizleri öncelikle uygun elementine uygun şartlarda yapmamız gerekir.
Nefes teknikleriyle renkleri yükleyebileceğimiz gibi (yani o titreşimdeki enerjileri), bunu doğal materyaller (yiyecekler, taşlar, kristaller, giysiler) ile takviye edebiliriz.


Nefes tekniklerinde şakranın rengine uygun renk yüklemesi yapacaksak, o rengi imgeleyerek nefesi burundan alıp burundan vermeliyiz (bu az çalışan şakra için geçerlidir). Tamamlayıcı, dengeleyici renk kullanacaksak, bu karma bir renkse, nefesi burundan alıp ağızdan vermeliyiz (bu da fazla çalışan bir şakra için geçerlidir).
Aldığımız hava enerjiye dönüşür, bütün vücuda enerji pompalar. Birinci şakradan başlayıp tüm şakraları güçlendirin.
İlk üç şakranın; yeryüzünden, aşağıdan alındığı imgelenir. Şakraların dönüşü, erkeklerde birinci şakra soldan sağa, ikinci şakra sağdan sola olmak üzere sırayla devam eder. Kadınlarda tam tersidir. İmgelerken, bu dönüşü tasavvur edin.

Her şakranın çalışması lokal olduğu kadar diğerleri ile de bağımlıdır. Dengede ve ortak çalışmaları, bu koordinen kurulması lazımdır. Dördüncü şakra yatay ve dikey düşünülür. Beş, altı ve yedinci şakralar için yukarıdan, gökyüzünden o ışığın alındığı tasavvur edilmelidir

Birinci Şakra: Yaşam isteği, yaşam çabası, yaratıcılık ve üreticiliği temsil eder.

Ana Renk: Kırmızı, Tamamlayıcı Renk: Mavi.Ayaklara, bacaklara hitap eder ve topraklanmaya yardımcıdır.

İkinci Şakra: Sindirim, bağırsaklar, özümseme, sezgi ve alt bilinç duygu seviyesini temsil eder. Ana Renk: Turuncu Tamalayıcı Renk: Turkuaz.

Üçüncü Şakra: Böbrekler, pankreas, karaciğer. Ana Renk: Sarı Tamamlayıcı Renk: Mor.

Dördüncü Şakra: Kan ve dolaşım sistemi, kollar, sinir sistemi. Ana Renk: Yeşil Tamamlayıcı Renk: Eflatun.

Beşinci Şakra: Boğaz, tiroid, paratiroid, metabolizma, hormonlar. Ana Renk: Mavi Tamamlayıcı Renk: Kırmızı.

Altıncı Şakra: İç salgı sisteminin dengesi, beyin, göz, burun, kulak. Ana Renk: Mor Tamamlayıcı Renk: Sarı.

Yedinci Şakra: Sağlıkla değil, bilinçle ilgilidir. Mikrokozmos olan insanın, makrokozmos olan evrenle, yaradanla bağlantısını kurduğu yerdir.
Ana Renk: Beyaz Işık...
Kaynak:Gen bilim

Albert Einstein'ın Beynindeki SIR

,

Tarihin en ilginç hırsızlığı belki de 18 Nisan 1955 yılında patolog Thomas Harveytarafından Princeton Üniversitesi'nde gerçekleştirilmişti. Harvey o gün otopsi laboratuvarına getirilen bir ölünün beynini çalmıştı. Ama o sıradan bir insanın beyni değildi. Bir buçuk kilo ağırlığındaki sinir dokusu dünyaca ünlü bir dâhiye aitti: Albert Einstein.86 yaşındaki patolog bu mükemmel zekânın anahtarını bir et parçasında bulabileceğine inanmıştı bir kez.
Ne ilginçtir ki bu batıl inanç, bilime damgasını vuran 20. yy'ın son günlerinde bile canlılığını korumaya devam etti. Daha geçen ağustos ayında gazetelerin baş sayfalarında, nöroanatomik incelemeler sayesinde Einstein'ın beynindeki sırrın çözüldüğü haberi, dört sütuna manşet olarak veriliyordu.

Bu müthiş zekâ en ince ayrıntısına kadar incelenirken, boşluklarla dolu özgeçmiş de didik didik edilmişti. Einstein kişiselleşmiş bilime inanıyordu. İnsan kişiyi kavradıktan sonra bilimin varlığını anlayabiliyordu. Peki ama, her şeyin üstüne çıkan bu mitos başka nasıl açıklanabilirdi ki?

Bir efsane doğuyor...

Albert Einstein 7 Kasım 1919 günü Berlin'deki evinde hayatının dönüm noktası sayılacak bir buluşla uyandı. Time, bu buluştan "Bilimde büyük devrim" diye söz ediyor ve insan zekâsının önemli bir açıklaması olmasa bile en önemlilerinden biri olarak okurlarına sunuyordu: Einstein'ın genel bağıllılık teorisi bilimsel olarak kanıtlanmıştı! Ve üç gün sonra New York Times dergisinde ikinci bir haber: "Einstein'ın teorisi başarılı."

O zamana kadar bu bilim adamı ve eserleriyle hiç ilgilenmemiş olan büyük bir kitle bile, bu heyecanlı haberlerden pek bir şey anlamasa da ilgisiz de kalmamıştı. Einstein buluşuyla ilgili haberin coşkuyla karşılanmasını şöyle değerlendirmişti: "Gizemin rengini ve çekiciliğini taşımakta."

Ne var ki bu büyük olay Alman basınında pek önemli bir yer kaplamayacaktı. Ancak bir ay sonra 14 Aralık günü Berliner Illustrirte Zeitung gazetesinde, altında "Dünya tarihinin yeni düşünürü" açıklaması bulunan, düşünen bir Einstein portresi yayımlandı.

Einstein bundan sonra 20. yy'ın diğer önemli bir gücüyle daha tanışacaktı. Bilim adamını kısa sürede keşfeden medya onu kültleştirerek adeta evrensel bilimin bir pop yıldızı haline getirdi. Ve Albert Einstein 7 Kasım Cuma günü yeniden doğmuştu. O artık tüm devirlerin efsanesi, mitosu, idolü ve ikonu olarak yaşamaya devam edecekti.

Einstein bir insanın sahip olabileceği prestije üstün başarısı ve etkileyici kişiliği sayesinde kavuştu. 1919 yılından itibaren yaşadıklarıyla ama özellikle de fizik alanında büyük yankılar uyandıran ve bugüne değin geçerliliğini koruyan dünya görüşüyle geniş bir kitleyi etkisi altına aldı.

Kopernik, Darwin ve Freudgibi bilginlerin tarih boyunca insanlığa sundukları teoriler, taşınması güç bilgiler olarak algılanırken Einstein bilim yoluyla adeta bir teselli kaynağı yarattı. Kopernik dünyanın aslında evrenin merkezinde olmadığını, Darwin de onların Tanrı tarafından yaratılmadığını öne sürerken, o zamana kadarki inançları alt üst etmişlerdi. Darwin'in etkisinde kalan Freudise Tanrı'yla ilgili bilinmezleri "Ben" teorisiyle açıklama cesaretini göstererek, insanların o güne kadar taşıdıkları düşünceleri çıkmaza sürüklemişti.

İşte Einstein tüm bunlara rağmen gerçekte insanoğlunun ne kadar mükemmel bir varlık olduğunu ve yalnızca düşünme yoluyla evrenin derinliklerindeki gizlere ulaşılabileceğini göstermişti.

Einstein kendisine otorite sağlayan büyük başarısını, hümaniter ve politik amaçlarda kullanabileceğini de kavradı. Ve böylece bilginin ağzından çıkan her söz büyük yankılar uyandırmaya başlamıştı.

Tüm basın kuruluşlarına egemen davranışları sayesinde adeta bilimsel bir "marka" haline geldi. Einstein "markası", dağınık profesörün barışa yönelik cesur savaşları, insan hakları, silahsızlanma ve dünya yönetimiyle bağdaşmaktaydı.

Ve Einstein hayatının gün batımında dünyaya ve geleceğe doğru dilini çıkardığında aslında kendi kişiliğini çizerek insanlığın mecaza dönüşmesini haber vermekteydi: Tabuları yıkan, Galile ve Gandhi'nin karakteristik özelliklerini kendi kişiliğiyle birleştiren bu bilgin, sanatçının özgürlüğünü (Dali)filozofun gücüyle (Diogenes)harmanlayarak mükemmel bir sentez yaratmıştı. Fakat fotoğraf aynı zamanda, onun naifliğini ve büyüklüğünü örtemeyen bir ifadeyi de yansıtmakta: Hiroşima ve Nagasaki'ye atılan atom bombaları, yıldızına bir gölge düşürmüştü.

Yüzyılın beyni

Einstein vasiyetinde yalnızca eserlerini, fikirlerini ve dünya görüşünü miras bırakırken ölümcül olan bedeninin yakılmasını, küllerinin de bilinmeyen bir yere gömülmesini istemişti. Tanrıların mezarı yoktu ve o zaten başlı başına bir abideydi.
Ne var ki vasiyetini yazarken beynini 240 doku parçasına ayırarak saklamayı başaran patolog Thomas Harvey'i hesaba katmamıştı. Harvey, olayı bir süre gizlemeyi başardıysa da sonunda hırsızlığını açıklamak zorunda kaldı: Einstein'ın oğlu Hans Albert sözde sadece araştırma amacıyla kullanılmak şartıyla, babasının beyninin alınmasına razı olmuştu. Harvey, Princeton Üniversitesi'ndeki işini kaybettikten sonra elindeki değerli malzemeyi emin ellere teslim etmek için büyük bir çaba harcadı. Ne var ki, büyük sansasyonlarla duyurulan araştırma sonuçları hiçbir beyin uzmanı tarafından desteklenmedi. En saygın Einstein araştırmacılarından biri olarak kabul edilen Jürgen Renn, beyin dokusunda zekâ kalıntılarını arayan primitif inancı "Fetişizm" olarak açıklıyor. "Einstein'ı bilimsel gelişme içinde anlamaya çalışmalıyız" diyor Renn, Berlin Max Planck Enstitüsü Bilim Tarihi Bölümü Başkanı.
Renn, Einstein'ın yaratıcılığı çerçevesinde, bugüne kadar uzanan kayıtlar görmekte: Filozof sınırlı bir alanda uzmanlaşma ve erken teşhis yerine, geniş bakış açısına felsefi bir derinlik kazandıran bir barış örneği sergilemişti.

Filozofun ilk çocukluk döneminde, kariyeriyle ilgili tohumlara pek rastlanmaz. Örneğin, Einstein'ın köşeli bir kafası olduğunu, geç konuştuğunu, kötü bir öğrenci olduğunu söylemek neyi gösterir? Ama onun henüz 12 yaşındayken bir geometri kitabı dolusu problemi büyük bir hızla tek başına çözebilmesi ve 13 yaşındaImmanuel Kant'ın "Kritik der reinen Vernunft" (Salt Aklın Eleştirisi) adlı eserini okuması şaşılacak bir durumdu. Ve 17 yaşındayken kendi çabalarıyla öğrendiği yüksek matematik ve teorik fizik temellerini kavraması, onun yüksek zekâsını açıkça ortaya koyuyor. Öğrencilik döneminde okumuş olduğu Aoran Bernstein'ın doğa bilimleriyle ilgili tüm kitapları, bilime anlaşılır bir bakış açısı sağladığı gibi fizik dünyasındaki iddialarını ifade etme yetisini de kazandırmıştı.

Bernstein'ın eserlerinde, filozofların düşüncelerinde önemli bir yer edinen bir sözcükten de söz edilir: Spekülasyon. Onu düşünür olarak eşsiz kılan ve kısmen de başarıya götüren şeyler zaman zamanmaceracı bir zihinaraştırmasına da dönüşmeliydi. Einstein beynini kurcaladığı zamanlar spekülatif düşüncelerle aradığının peşine düşüyordu: "Işığın peşinden koşmak nasıl olurdu" veya "Işığın üzerine binebilseydim" gibi hipotetik düşünceleri, Einstein kendisine daha öğrencilik dönemlerinde sorabilmişti. Bu soruların kaynağı kuşkusuz Bernstein'ın eserlerinde aranmalıydı. Soruların cevabı ise "sınırlı bağıllılık -rölativite- teorisi" idi.

Boşluğa atılan adım

Einstein dünyaya geldiğinde evler mum ışığı, sokaklar da henüz gaz lambalarıyla aydınlatılmaktaydı. Genç fizikçi bundan bir çeyrek yüzyıl sonra parladığında ise endüstrileşmiş dünya da elektrik enerjisiyle ışıldıyordu.
İnanılmaz bir hızla gelişen köklü bir teknolojik devrim olmaksızın Einstein'ın başarısı açıklanamazdı. Genç filozof aydınlanma mucizesini bile ilk elden yaşamıştı.
Babası Hermann,kardeşiJakob'un "Elektrotechnischen Fabrik J. Einstein" fabrikasının hissedarıydı. Einstein'ın dâhiyane fikirleri daha 1886 yılında elektrik enerjisine yansımıştı. Ve fabrika daha sonraları sokakları da aydınlatacaktı.
O tarihlerde Isaac Newton'un 200 yıldır monopol haline gelen fizik teorisine karşı yeni bir rakip doğmuştu. Hemşerisi James Clerk Maxwell,elektromanyetizma teorisiyle "alanlar" ile ilgili bir sistem yaratmıştı. Belki de dünya sonunda tümüyle dalgalar ve alanlarla açıklanabilecekti. Yoksa iki bölge birbirinden bağımsız olarak gelişen iki farklı tarihin bir bütününü mü temsil ediyordu?
Einstein tek tarafın zafere ulaşması yerine birleşmeden yana tavır almayı yeğlemişti. Bu karar onu ilk mesleki başarısızlıklara sürüklemiş olsa da daha sonraki bilimsel başarılarında büyük katkıları olduğu kuşkusuz.
Fizik eğitiminden sonra Zürich'te asistan olarak çalışmayı umut ederken, 1900 yazında diplomasını aldıktan sonra geçici öğretmenlik görevine başladı. Einstein "ikinci uzmanlık eğitimini" Bern'deki federal patent dairesinde 1909 yılında tamamladı.
Buradaki görevinden arta kalan zamanlarında çağdaş fizikte ortaya atılmaya başlanan büyük problemler üzerinde düşünme fırsatını bulmuştu. Hatta daha çok elektroteknik buluşlar üzerine çalışan patent dairesi, onu uzmanlığa öylesine çok yaklaştırdı ki bunu üniversite çevresinde bile daha zor elde edebilirdi.
Einstein da diğerleri gibi önce, nispetsizliği, mevcut fizik kurallarıyla çözmeye çalıştı. Ama ışık hızı, daha o zamanlar bile o günlerdeki bilimsel çerçeve içine oturtulmak istenmemekteydi. Ve bu sırada Berlinli profesör Max Planck,tüm doğa bilimlerini altüst eden devrimsel bir kanunu ortaya attı: Natura non facit saltus - Doğa atılım yapmıyor.
Planck'ın, araştırmalarının temeline dayanarak, elektrik ampullerinin standartlaştırılması üzerinde bulduğu bir formül aynı zamanda ışıma enerjisini de açıklamaktaydı. Fakat bununla klasik fizikte bir devrim yaratacağına inanmamıştı. Bunu ancak Einstein idrak edebilecekti.
Planck içinde bulunduğu durumu şu şekilde açıklamıştı: "Fizikteki bu teorik buluşu deneyimlere aktarma çabalarım bir türlü sonuç vermiyor, bulunduğum yer benim sağlam bir zemin gösterme fırsatını beklemeden ayağımın altından kayıp gidiyordu." İşte onun boşluğa atmak zorunda kaldığı adım, Einstein'ı diğerlerinin önüne geçirecekti.

O zamanki fizik işaretlerinde birbirine bağlı olmayan alanlardaki yaygın şüpheciliğe karşı atomların gerçek varlığını Planck'ın kuantum problemlerini çözerek görebilmişti Einstein. 1905 yılında ışığın belli şartlar altında bir birikimin parçacıkları gibi hareket ettiğini formüle eden dâhi, böylece 1921 yılında kendisine Nobel ödülü de getiren bu çalışmayla, Max Planck tarafından yıllarca büyük bir mukavemetle hesaplanan ve modern fizikte görelilik teorisinden sonra ikinci büyük teori yapıtı sayılan kuantum teorisini bulmuş oldu.

Yeni bir Kopernik
Newton'un eserlerinden de esinlenen Einstein, aslında soruşturulması mümkün olmayan fakat dünya oluşumunun çerçevesinde gelişen, mekân ve zaman gibi temel kavramlarla ilgili sorularla da uğraştı. Ve böylece sonunda sınırlı görelilik teorisini geliştirmeyi başardı.

Çok öncesinden boşluğu doldurduğu varsayılan "eterin" elektromanyetik dalgaların yayılmasında teorik bir bünye teşkil edip etmediğini sormaya başlamıştı. Onu bu düşünceye iten problem, eterin deneysel olarak tespit edilmemesiydi. Ve sonunda onu gereksiz bularak tümden ortadan kaldırdı. Bu çok parlak bir fikir olmakla birlikte pek de orijinal sayılmazdı, çünkü aynı şeyi diğerleri de düşünmüştü. Einstein'ın düşüncelerinde gerçekte eşsiz olan şey, bu tür uzmanlık sorularından mekân ve zaman için yeni bir madde anlayışı üretmekti. Zaman kavramını yalnızca fiziksel olarak değil felsefi olarak da araştırdı. İnsan zaman kaybettiği zaman gerçekte ne yapmış oluyordu? Veya iki farklı olayın aynı anda gerçekleşmesi ne anlama geliyordu? Einstein, saniye problemini tümüyle çözdüğünü kabul ettiği zaman müthiş bir an yaşamış olmalı. Yalnızca genel mantık prensibine dayanan bir buluşun, insanlara sağlam bilgiler sağlayabileceğini kavrayabilmişti. Örneğin "Perpetuum mobile" (sonsuz hareket) ile ilgili prensip gibi. "Görelilik prensibini" de, iki mutlakiyeti bir kenara bırakıp bir yenisini üreterek bulmuştu.

Newton'a göre tıpkı sağlıklı bir sağduyunun her gün yaşadığı gibi, dünya oluşumunun tümü de "mutlak mekân olarak adlandırdığı bir sahnede hareketlenmekteydi. Ve sükûnet içindeki tüm hareketler, ışık da dahil olmak üzere tümü bu mutlak mekân içerisinde ölçülebiliyordu. Newton'un zamanla ilgili tezi daha da ilginçti. Çünkü "zaman doğası gereğince hep aynı biçimde akıp gidiyordu". İnsan da ömür boyu aynısını yaşamıyor mu?

Einstein, bilimi bu çıkmaz sokaktan çıkarabilmek için Newton'un dünyasını adeta tersine döndürmek zorunda kalmıştı. Işık hızını, doğa sabitesine çevirerek bir anlamda mutlak ve değişmez olarak kabul etti. Fakat zaman ve mekân kavramından mutlakiyeti çıkararak "görelileştirdiğinde" tüm karşıolumlar da birdenbire ortadan kalkıvermişti. Böylece fizik kuralları, karşı karşıya hareket eden sistemlerle aynı şekilde formüle edilebilir hale geldi.

Bu görelileştirme işlemi, Einstein'ın dünya görüşlerini birleştirme konusunda attığı en büyük adımdı. Ama ne var ki bunun da bir bedeli vardı: Zaman ve mekânın paradoksal hareketi

Yavaş çalışan saatlerin veya hızlı hareket eden objelerin kısaltılması gibi, teoriden mantıksızmış gibi algılanan sonuçları, Einstein bile garip bulmuştu. Ama ne var ki zaman makinelerinin Science-Fiction dünyası birdenbire teorik bir buluşa sahip oluvermişti.

En ünlüsü ikizler paradoksudur: İkizlerden biri dünyada kalırken, diğeri büyük bir hızla uzaya gider. Bir yıl sonra geri döndüğünde kardeşinin 50 yıl birden, kendisininse yalnızca iki yıl yaşlandığını anlar.

Einstein zaman ve mekânı içten içe birbirine bağlar. Nasılsa tuğla gibi mekânsal bir cisim yalnızca üç koordinat uzunluğu, genişliği ve yüksekliğiyle açıklanabiliyorsa, zaman da diğer göreli bir büyüklük olarak tanımlanmakta ("Mekân/Zaman" kavramı).


Dünyanın en ünlü formülü

"Uzayı sarsmak bu kadar gerekli miydi" diye sormuştu Fransız doğa filozofu Gaston Bachelard."Bir düşünce tek başına, iki ila üç yıllık rasyonalist düşünceyi ayağa kaldırmaya yetecek miydi?

Einstein'ın orijinal eserinde sınırlı bağıllılık teorisinden çıkan zengin açıklamalara değinmemiş olması bilim tarihinin bir ironisidir. Kütlenin doğrudan doğruya cismin içindeki enerji olduğunu daha sonraki bir makalesinde açıklayacaktı bilgin.

Fakat çekirdek enerjisinin kullanımıyla ilgili denklem ve atom bombasının başlıca formülü olan bu elementer buluş dünyanın en ünlü formülüydü: E = mc2

Gerçi Einstein'ın bilim dünyasında tanınması uzun bir zaman almıştı ama, Max Planck onu keşfettiğinde, dünya ikinci bir Kopernikile tanışıyordu.

Einstein'ın bu büyük başarısı tarihte ikinci bir kişiye daha mal edilmek istendiyse de, o bunu daha sonra değiştirecekti. "Emma" dergisi 1983 yılında dâhinin eşi Mileva Mariç'i, okurlarına "görelilik teorisinin anası" olarak sunuyordu. Derginin bu iddiası 1969 yılında Sırpça olarak yayımlanan ve daha sonra Almancaya çevrilen kitaptan alınan bir cümleye dayanmaktaydı. Einstein 27 Mart 1901'de, yani teorinin açıklanmasından dört yıl önce eşine yazdığı mektupta şöyle sesleniyordu: "Sevgili Miezschen, seninle birliktegörecellik üzerine yaptığımız çalışmaları başarıyla tamamlayabilirsek, ne kadar mutlu olacağımı bilemezsin". Tabii ki, bu sözü edilen çalışma için bir "analık" hakkı vaat etmiyordu, ama eğer karşısındaki kişinin bu çalışmayla ilgisi yoksa, hiç kimse böyle bir cümle sarf etmezdi.

Her ne kadar Einstein yalnız kalmaktan hoşlanıyorsa da, fikir alışverişinde bulunmak onun için çok önemliydi. Einstein yakın dostlarıyla birlikte Ernst Machs'ın "Mekaniğin Gelişimi" adlı eserinden "Don Kişot"a kadar birçok kitabı okuyup tartışıyordu. Hayatında oldukça başarılı bir matematikçiydi. Onun yardımı olmaksızın Einstein genel görelilik teorisini 1915 yılında tamamlayamazdı.

Kendinden altı yaş büyük Besso ile bir ömür boyu dost kaldı. Besso'nun esere katkısı öylesine büyüktü ki, Einstein özel bir teşekkür yazısı bile yayımlama gereğini duymuştu.

Fizikçiler ve kadınlar

Mileva erkeklerin sohbetlerine pek karışmazdı. Ama onun evlilik içinde Einstein'ın düşüncelerini etkilemediği de söylenemez. Bitirme sınavlarında iki kez başarısız olduktan sonra fiziği bıraktı. Ama onu başarısız kılan not ortalaması kocasınınkinden çok düşük değildi. Einstein 4,91 ile diplomasını alırken Mileva 4,0 ile kalmıştı.

Mileva'nın 1901 ilkbaharında diplomadan daha başka sorunları da vardı. O hamileydi. Ama evlilik dışı bir çocuk sevdiği adamın kariyerine engel olacaktı. Ve kısa süre sonra İsviçre'yi terk ederek baba evine döndü. 1902 yılında da bir kız çocuğu oldu. Çiftin ilk çocuklarının kaderini hiç kimse bilmiyordu. Tahminlere göre bebek bir buçuk yaşına geldiğinde evlatlık verilmişti.


Fakat dâhinin ilk çocuğunu bir buçuk yıl içinde hiçbir zaman görmeye gitmemesi ve doğum sırasında bile gelecekteki karısının yanında bulunmaması her zaman merak konusu olmuştur. Einstein karşı cinse ne kadar kötü davransa da, karşısında hep yenilerini buluyordu. "Einstein kadınları seviyordu. Onlar ne kadar sıradan olur ve o kadar çok terlerlerse daha çok beğenirdi" demişti doktorunun oğlu. Ne var ki anlatılanların yalnızca yarısı doğruydu. Einstein'a tapan kadınların çoğu cemiyetin güzel kadınlarıyla da görüşüyorlardı. Dâhi bunlarla çıkıyor ve onlarla birlikte olduğu kadının evinde geceliyordu. 1998 yılında dâhinin Sovyet casusla da ilişkisi olduğu ortaya çıktı.

Fizikçinin aşk hayatı Einstein bilmecesini çözmeye pek elverişli değildi. Onun bu yaşam biçimi kısıtlı olan zamanına da bağlanamazdı. Evinde anaç bir hanımefendi isteyen dahi, aşk maceralarını dışarıda aramaktaydı.

Mileva 1914 yılında iki oğluyla birlikte Berlin'e döndüğünde Einstein Prusya Akademisi'ndeki görevine başlamıştı. Onunla birlikte yaşamak isteyen karısına inanılmaz şartlar sıraladı. Evde kesinlikle onun sözü geçecek, ondan şefkat beklemeyecek ve kesinlikle sitem etmeyecekti. Mileva bu hayata yalnızca birkaç hafta dayanabildi ve çocuklarıyla birlikte İsviçre'ye döndü. 1919 yılında büyük mücadeleler sonucu boşandılar. Aradan dört ay bile geçmeden kuzini Elsa ile evlenen Einstein, daha sonra kuzininin 18 yaşındaki kızına bile evlenme teklifi etmişti.

"Biz Einstein'ı böyle tanıdık" diyor"Einstein Paper Project"yöneticisiRobert Schulmann."Onunla ve başkasıyla, kiminle evleneceği hiç önemli değildi."

Tarihçi 1986 yılında Einstein'ın büyük oğlu Hans Albert'ın evlatlık kızı Evelyn Einsteinile karşılaştığında Einstein'ın özel hayatıyla ilgili inanılmaz bilgiler elde etmişti. Evelyn'in üvey annesi Frieda, Mileva'nın ölümünden sonra (1948) İsviçre'deki evde Einstein'a yazılan ve ondan gelen bir sürü mektup bulmuştu. Mektuplar 1987 yılında "Collected Papers" adı altında John Stachel tarafından yayımlandığında, dünya, dâhinin evlatlık verilen kızı "Lieserl"ın varlığını da öğrenmişti. Schulmann ayrıca aynı soyadını taşımaya hak kazanan Evelyn'in de aslında Einstein'ın evlilik dışı bir kızı olduğunu da öğrenmişti. Bir söylentiye göre Evelyn, New York'lu bir dansçıdan doğmuştu.


Evlatlık alınan torunun gen testleri başarılı sonuç vermedi. Çünkü Einstein'ın beynindeki DNA kalıntıları bugünkü araştırmalar için yetersiz kaldı. Bu bilmece de böylece 2006 yılında yayımlanması düşünülen mektuplara kadar bir sır olarak kalmaya devam edecek.

Einstein'ın olgunluk çağında evlilik üzerine sarf ettiği sözler de pek hafife alınır türden değildi. Einstein evliliğin fantezi sahibi olmayan bir domuz tarafından keşfedildiğini söylüyordu. Elsa 1936 yılında ölüm döşeğinde kıvranırken o aldırmaksızın çalışmalarına devam edebilmişti.

Özellikle oğulları Einstein'ın kayıtsız davranışlarından bıkmışlardı. Eduardöğrencilik dönemlerinde ağır bir depresyon geçirmiş ve 1932 yılında tedavi görmek zorunda kalmıştı. Einstein şizofren olan oğlunu 1933 yılında bir kez ziyaret etmişti ama sonraki 20 yıl içinde bir daha görmedi.

Gezi günlüklerinin birinde psikolojik oto-analiziyle ilgili değerlendirmelere de yer vermiş Einstein: "Kayıtsızlığa dönüşen hiperduyarlık, gençlikte yaşanan tutuk davranışlar ve dünyadan kopma, diğer insanlarla arasında camdan bir duvarın örülmüş olması, sebepsiz itimatsızlık ve zorlu hevesler" bunlardan bazıları. Dostu doktor Janos Plesh "vücut duyarlığını yitirmiş bir insandan" bahsetmekte. "Uyandırılana kadar uyuyor, uyuması gerektiği söylenene kadar asla uyumuyordu. Önüne yemek konana kadar aç kalıyor veyahut da patlayana kadar yiyordu" diye anlatmıştı Plesh.


Duygunluğunu ayarladığı ölçü ve bilimsel düşüncelerine yerleşen hırsı belki de teorik düşüncesine ait inanılmaz derinliğin bir bedeliydi.

Einstein Newton'a karşı

Onun genel görelilik teorisi üzerinde sekiz yıl boyunca aralıksız olarak çalışabilmesi belki de böyle daha iyi anlaşılabilirdi. Sınırlı görelilik teorisini geliştirmek ve genelleştirmek ise ona çocuk oyunu gibi gelmişti. Einstein'ın bu seferki amacı, Newton tarafından öne sürülen ve tüm evrende etkisini gösteren çekim gücünü açıklamak ve görelilik prensibiyle değerlendirmekti. Ancak buraya giden yol tümüyle bilinmezlerle dolu olduğu gibi opusu anlamak isteyen bilgisizler için de oldukça umutsuz bir gelişim tarihiydi. Araştırmasını başarıyla tamamlayan Einstein bir röportajında şöyle demişti: "Eskiden dünyadaki tüm cisimler yok olduğunda geriye zaman ve mekânın kaldığına inanılıyordu. Oysa görelilik teorisinden sonra zaman ve mekân cisimlerle birlikte yok olmakta." Fakat açıklamayı yaptığında hangi meçhul sahaya çarpacağını asla tahmin edememişti. Düşüncesinin çıkış noktası diğer taraftan da bir spekülasyon oluşturmuş ve daha sonraları bunu hayatının en güzel fikri olarak tarif etmişti: "Bern'deki patent dairesindeki odamda oturuyordum. Birden aklıma bir şey geldi. Boşlukta bulunan bir kişi ağırlığını hissetmezdi. Beni derinden etkileyen bu düşünce çekim teorisine götürmüştü."

Bunlar basit gibi görünen derinlemesine düşüncelerdi. Ve bunlarda Einstein gizemiyle ilgili çekirdek gizliydi. Böylece günümüzde çocukların bile anlayabileceği kadar basit bir dilde bir fenomen tarif etmişti. Fiziksel olarak arkasında bir evren gizliydi: Daha ağır maddelerin ve taşıyıcı kütlelerin eşdeğerliliği.


Teorinin başarısı
Newton'un dünya görüşüne göre insanı yeryüzünde tutan ve hareket hızıyla hissedilen kuvvetler (örneğin dünyanın çevresinde dönen uzay aracının santrifüj gücü gibi) temelde iki ayrı türde oluşmaktaydı: Birincisi adeta cisimlerin içine yerleşmiş durumda olan, ikincisi ise buna göre hareket edendi. Yalnızca büyük bir hızla çalışan asansörün içindeki bir insanın boşlukta bulunması fikri bile, Einstein'ın, hareket hızı ve çekim kuvveti prensibini tüm evren için uygulayabilmesine neden olabilmişti.


Önce kendisine çekimin gerçekte ne olduğunu soran bilgin, tamamen çılgın bir sonuca ulaşmıştı: O da tıpkı zaman ve mekân gibi dünya sahnesinin bir bölümünü oluşturmaktaydı. Ama üzerindeki olaylar bağımsız yaşanmıyordu: Çekim, zaman ve mekânın içlerindeki kütlelerin "eğriselliğinden" başka bir şey değildi. Einstein bununla evrendeki en gizemli oluşumu teşkil eden çekim kuvvetini bağımsız bir büyüklük olarak ortadan kaldırmıştı. Onun evreninde dünya güneş tarafından çekilmiyor, zaman ve mekânın güneş tarafından "eğriselleştirilmesiyle" hareket ediyordu.


İçinde bugünkü kozmoloji mantığının saklı olduğu bu teori, aslında (Einstein'ın bundan henüz haberi yoktu) göreliliğe daha yakındı: Madde (enerji), zamanı en olağanüstü durumdan duraklama anına kadar etkileyebiliyordu. Ve böylece uzayın evrimi Einstein tarafından değil ancak onun bir takipçisi tarafından bilimsel olarak açıklanabilecekti. Onun fikirleri "ilk patlama" üzerine geliştirilen teorinin temel taşlarını oluşturmuştu.


Ne var ki, bunun da bedeli oldukça ağır olmuştu: Einstein nihai denklemlere ulaşabilmek için öklidiyen geometriyi, eğrisel zaman/mekân kavramının öklit olmayan geometrisiyle tamamladıktan sonra fiziği tensor hesabı (üçten fazla elemana dayanarak tanımlayan vektör inceliği) yardımıyla tanımlaması gerekmişti. Matematikte fizikte olduğu kadar başarılı olmayan Einstein, eserini dostu Grossmann'ın da yardımıyla 1915 yılında Prusya'daki meslektaşlarına sunabilmişti.


Berlin Max-Planck Enstitüsü'ndeki Einstein araştırmacıları onun düşünce yolunu kavrayabilmek için on yıllık notlarını en ince ayrıntısına kadar incelediklerinde, onun daha 1912 yılında doğru denklemleri bulduğunu ortaya çıkardılar. Ama Einstein, o zamanlar kendi formüllerinde gizlenen fiziksel devrimi henüz kavrayamamış ve hatalı olarak kabul ettiği sonuca üç yıl sonra geri dönmüştü. Çekim merceklerinin varlığını bile daha o tarihte hayal edebilmişti. Ancak bunlar ilk olarak 1979 yılında bulundu.


Genel görelilik teorisi Einstein'ın özgeçmişinde önemli bir kalite olarak yer edinmişti. Daha o zamanlar bile amprik olarak kontrol edilebilen varsayımlar vermekteydi. Newton'un evreninde küçük ama dünya üzerinden tartışılamayan bir nispetsizlik vardı. Merkür gezegeninin ilginç yörüngesi onun kurallarıyla bir yere oturtulamıyordu. Fakat Einstein bunu denklemleriyle kesin olarak hesaplayabiliyordu.


Fakat bu önemli aşama henüz kanıtlanmamıştı. Eğer evren yani "Zaman/Mekân" büyük kütleler tarafından eğrisel hale getiriliyorsa, o zaman Einstein'ın bu iddiası ilk olarak İngilizler tarafından 29 Mayıs 1919 yılındaki güneş tutulması sırasında kontrol edildi. Araştırmayla ilgili sonuçlar aynı yılın kasım ayında ünlü "Royal Society" salonlarında açıklandı. Newton'un portresi önünde açıklamalarını yapan astronom Sir Frank Dysonşöyle diyordu: "Titiz bir araştırma sonucunda Einstein'ın kesinlikle doğru bir tahmin yaptığını söyleyebiliriz." Ve bu sözlerden sonra zafer kazanan Einstein birdenbire büyük bir ün kazandı. Ve hemen o günün ertesinde Times'ta çıkan ikinci bir haber: "Evrenin yeni teorisi, Newton'un düşüncelerini altüst etti".





"Sarışın canavar"


Kısa sürede dünyaya yayılan ünü, sayısız unvanlar, Nobel ödülü, geziler, ünlü isimlerle karşılaşma fırsatı ve hayatını renklendiren daha nice parıltılı olaylar, bilginin 1919 yılından itibaren uğursuzluklarla dolu bir hayata sürüklenmesine engel olamamıştı.


Genel görelilik teorisiyle elde ettiği başarıdan dolayı adına bir anıt (Einstein Kulesi, Potsdam) dikilen Einstein, diğer yandan da çirkin saldırılara hedef oluyordu. Görelilik teorisi, Alfred Döblintarafından "iğrenç görelilik öğretisi", "korkunç hilkat garibesi" ve "fakir sanat eseri" olarak değerlendirilmekteydi.


Ama en kötüsü politik alanda yaşanan düşmanlıklardı. Ve bunlar savaşın sonlarına doğru ırkçı yaklaşımlar ve Yanudi düşmanlığına doğru uzanmaya devam edecekti. Einstein daha o tarihten itibaren, bilginlere karşı güçlü bir antisemitizm hareketinin başladığı fikrine kapılmıştı.


Teorisinin Berlin'deki bir bilim toplantısında (1920) ağır eleştirilere uğramasının ardından Almanya'yı terk etme fikri ilk kez beynini kurcalamaya başlamıştı. Yahudi Dışişleri Bakanı Walther Rathenau24 Haziran 1922 yılında vurulduğunda ise bu arzusu daha da güçlenecekti. Peki ama 16 yaşında bir öğrenciyken vatandaşlığından çıktığı bu ülkede, Einstein niçin uzun yıllar daha kalmaya devam etmişti?


Kendi politik koordinatlarına göre o ne bir Alman, ne bir İsviçreli, ne bir Amerikalı ne de İsrailli idi. İdealist bir enternasyonalist olduğunu kanıtlamaya çalışan bir dünya vatandaşı olan bilginin hayalindeki ülke, dünya yönetiminde söz sahibi olan ABD idi.


Fakat Einstein Amerika'ya yerleştikten 20 yıl sonra bile İngilizceyi doğru dürüst öğrenemedi.


Berlin yüzyılın başlarında doğa bilimcilerin cenneti haline gelmişti. Bu kadar çok otorite sahibi ve Nobel ödüllü bilim adamı belki de başka hiçbir yerde bulunamazdı. Liste Marx Planck, Walther Nernst ve Emil Warburg'dan Fritz Haber, Lise Meitnerve Otto Hahn'a kadar uzanmaktaydı.


Yalnız adam Einstein, meslektaşlarından farklı bir yol izlemişti. O kendisini gerek savaşa gerekse Almanya'ya karşı politik olarak angaje etti. Fakat buna rağmen dış gezilerinde Almanya'nın saygın bir elçisi olarak da görünmeye devam etti.


Günden güne tırmanmakta olan Yahudi düşmanlığından korunmak için çıktığı geziler bu arzunun acıklı bir ironisiydi. Hakkında ölüm emri bile verilen bilginin hayatı tehlikedeydi. Ama ne var ki o bu ülkeyi ancak 1932 yılında terk edecekti. O, Almanya'dan ve özellikle de askeri geçit havasında tertiplenen gençlik yürüyüşlerinden nefret etmişti. "Sarışın canavar" olarak tanımladığı Almanya'dan daha sonra acıklı bir haber daha aldı Einstein.


Bir basın açıklamasında, Prusya Akademisi'ni terk eden bilginin ayrılış nedeni şu şekilde anlatılmaktaydı: "Yurtdışındaki tahrikatçı davranışları (burada aslında Yahudi düşmanlığına koyduğu tavır ve kendi huzur arayışlarından söz edilmekte) nedeniyle akademi, Einstein'ın işine son verilmesinde hiçbir sakınca görmemiştir". Ne var ki, bilginin akademideki en yakın dostlarından en ufak itiraz sesleri duyulmamıştı.


Ancak bilginin Yahudi düşmanlığına karşı verdiği savaşın, hayatını gerçekten etkileyip etkilemediği de şüpheli sayılmakta. Filistin'e yerleşmeye yanaşmayan Einstein duygularını değil mantığını dinlemeyi tercih etmişti. Aynı düşünceyle Yahudi dinini de reddetti.

Onun tanrısı prensipti
Einstein kendisini her ne kadar "Yahudi azizi" olarak tanıtmaya çalıştıysa da, Yahudi dünyasının azizleri tanımadığı da bir gerçekti. Bu yüzden kendi din dünyasında pek fazla bir şey kazanamadı.

Kütle ve enerji arasındaki eşdeğerliliği keşfedip, E=m2 formülüne çevirmeyi başardığında tanrıyla ilgili düşüncelerini yakın dostu Conrad Habicht'e açıklamıştı. "Düşünce eğlenceli ve çekici, ama tanrının buna güldüğünü ve benimle alay edip etmediğini bilemem." Teoride başarısızlığa uğradığında ise daha farklı bir ifade kullanmıştı: "Tanrı çok zeki ama acımasız değil".

New York'lu bir gazeteciye dinle ilgili düşüncelerini aktardığında ise doğa araştırmacısı bir ateistin entelektüel mesafesini kullanan Einstein "Ben insanların kaderleri ve davranışlarına karar veren bir tanrıya değil, kurallı bir harmoni içinde varoluşu sunan "Spinoza" tanrısına inanıyorum" demişti.

Bilginin düşüncesindeki tanrı, doğa kanunlarının güzelliğini ve sonsuzluğunu gösteren bir prensipti. Bu nedenin ve etkinin prensibi yani Newton'un her zaman her yerde geçerli olan nedensellik ilkesiydi.

Bir determinist olarak dünyanın fizik kurallarına göre saat dakikliğinde döndüğüne inanan bilgin bu düşünceden yola çıkarak belki de bilimsel hayatının en kötü dönemini çizmişti. Hayatında iki kez büyük bir buluşçu olarak parlayan Einstein üçüncü bir eser daha yaratabilmek için elektro manyetizma ve yerçekimini aynı anda birleştirmeyi de denedi. Dünyanın oluşumuyla ilgili her şeyi kapsayan ve bugün Almanya'da "Weltformel"(dünya formülü) olarak anılan"theory of everything"formülüyle hayatının sonuna kadar uğraştı. Daha 1923 yılında akademiye ilk sonuçları sunmuştu. Ve defalarca başarıya ulaştığını zannetmesine rağmen eser her seferinde hatalı kabul edildi.

Bilim onun için her zaman önemli kaldı, ama onun bilimsel çalışmaları meslektaşları arasında yavaş yavaş önemsenmemeye başlanmıştı. Ve sonunda alay konusu bile oldu. Ama o inandığı yoldan asla dönmedi.

Tanrı parçalıyor mu?

Einstein'ın son buluşu "Bose-Einstein-Kondansasyonu" yayımlandığı sıralarda (1925), Heisenberg, Schrödinger, Bohrve diğerleri onun 1905 yılındaki ışık kuantum hipotezine dayanan "kuantum mekaniğini"bulmuşlardı. Einstein bunu desteklemedi: Eğer bu teori maddenin içindeki atomu tarif ediyorsa, nedensellikten çok uzaktı. Çılgın kuantum dünyasında, determinizmdeki mutlak olanaksızlık ve şüphecilik yerine birdenbire "belirsizlik" gibi fenomenler ortaya çıkmıştı. Gözlenen ancak gözlem yoluyla tespit edilirken parçacıklar arasında aniden tesadüflere dayanan telepatik bağlantılar oluşuyordu. Ve Einstein 1926 yılında tanrıyı tekrar bilim sahnesine koydu: "Gerçi bu teori çok şey ifade ediyor ama, tanrının bir şeyler parçalamadığından eminim".

Einstein laboratuvar deneylerinde en mükemmel sonucu veren bir teoriye karşı 25 yıl boyu adeta bir Don Kişot savaşı verdi. Meslektaşları tarafından hâlâ sayılan ama artık pek ciddiye alınmayan Einstein, araştırmaları dışında da itibar kazanmaya çalışırken belki de hayatının en büyük hatasını yapmıştı: Atom bombası.

Einstein, Franklin D. Roosevelt'ten gelen mektubun içeriği hakkında hiçbir şey bilmediğini söyleyerek kendisini savunmaya kalkmıştı. Oysa Almanların atom bombasını imha edebilecek bir silah geliştirebileceklerini söyleyen yine Einstein olmuştu.

Einstein etik ve politik açıdan ne gibi bir sorumluluk üstlendiğini çok iyi biliyordu. Sözde yaptığı hatayı düzeltmek istercesine hayatının son yıllarında atom silahlarına karşı önemli bir savaş başlamıştı.

Fizik bilimi Einstein'in 1905 yılındaki büyük buluşuyla ölümü arasındaki 50 yıllık zaman diliminin başlarında en parlak dönemini yaşamıştı. Einstein henüz hayattayken, fiziğin yerini diğer bir bilim dalı alacaktı: Biyoloji. Özellikle 1953 yılında James Watson ve Francis Cricktarafından keşfedilen DNA zincirinden sonra biyoloji, fiziğin yanında ikinci önemli bir bilim dalı olarak kabul edildi. Ne var ki fizik araştırmacıları bilinmez parçacıkları aramayı sürdürürken biyoloji hâlâ kendi "Einstein"ın beklemekte. Einstein gibi cansız maddelerin kanunlarıyla, canlılar arasında bağlantı kuranlar, çok geçmeden biyolojinin Newton zamanındaki fizik gibi karanlıkta olduğunu kavramışlardı. Kişinin zekâsını beyin akımlarıyla anlamaya veya genler ve akıl arasında nedensel bağlantılar kurmaya çalışanlar gibi.

Einstein'ın mirası formalin çözeltisi içinde saklanan beyninde değil bilimsel fikirlerinde gizli. Fakat Harvey, Einstein'ın beyninden hâlâ bir dâhinin üretilebileceğine ve günün birinde bunun mutlaka deneneceğine inanmakta. Einstein, kenti kalıtım zincirlerini taşıyan bir kopya insanın üretileceğini öğrendiğinde ne düşünürdü? Yarın bir başka kopyanın daha üretileceğini mi? Determinizm mi? Nedensellik mi? Max Planck, Mineva ve kendi döneminin çarpıcı soruları olmaksızın ne olurdu? Onun ikizi bugünkü endüstrileşmiş dünyada zekâsını onun kadar iyi kullanabilir mi? Hayatında dünyaya ve geleceğe dil çıkaracak noktaya ulaşabilecek mi?

"Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki fark sadece bir yanılgıdan ibaret" demişti Einstein ölüme karşı bir avuntu olarak.

Harvey otopsi sırasında kasık damarlarından birinin tıkanıklıktan dolayı patladığını tespit etmişti. Eğer ameliyat edilseydi birkaç sene daha yaşayacaktı. Ama ameliyata kesinlikle yanaşmayan dâhinin son sözleri de anlamlıydı: "Yaşamı yapay yollarla devam ettirmeyi çok zevksiz buluyorum. Görevlerimi tamamladım ve gitme vakti geldi. Ben bunu en zarif şekliyle yapmak istiyorum."


Nilgün Özbaşaran Dede
Kaynak: Der Spiegel, 50/1999

Beyin enerjimizi nasıl kullanırız?

Beyindeki her faaliyet, belli bir enerji üretir. Duygularımızın yönlendirmesi ile oluşan düşünce de beyinde enerji yükünün oluşmasına yol açar. Bu biriken enerjiyi, yönlendirme ile kullanabiliriz. Einstein'ın rölativite teorisine göre, quantlar denen titreşimler, o maddenin cinsine göre titreşimler topluluğu olarak canlanma bulur. Her oluşum, atomun en küçük parçacığı olarak bilinen quant taneciklerinin belli oranda yoğunlaşmasıdır (düşünce, duygu, ışık, madde, herşey).

Titreşim ve titreşimler topluluğu, kendisinden zayıf titreşime sahip maddeyi kendi etkisine düşürdüğü gibi; kendisinden güçlü titreşimlerin de tesirine girebilir. Bütün herşey için geçerli olan bu doğa yasasına göre; ruhsal yapısı olmayan iki madde titreşim yoğunluklarının gücü ölçüsünden birbirini etkiledikleri halde, hem maddî, hem de ruhsal bir yapıya sahip olan insan, bir cismi veya diğer bir insanı etkileyemez mi? Öz indiksiyon akımında; bir telden bir akım geçerse, o telin etrafında bir manyetik alan oluşur.

Bu manyetik alanda bir iletken tel bulundurursak, mevcut manyetik alandan dolayı o telden de bir akım geçmeye başlar. İndiksiyon akımı oluşturur. Diğer telde ters yönde bir elektrik akımı oluşur. Transformatör de bu mantıkla çalışır. Bazı kişiler, güçlü ruhsal gelişimleri kapasitesince beyinlerinde önemli bölgeleri devreye sokmuştur (Bazılarında, doğuştan devrededir). Bu kişiler, güçlü verici ve alıcı dalgalar yayar. Karşısındaki kişinin beynine ek kapasite yükleme yapar.

Onun güçlü enerjisi, yaydığı dalgaların etkisi iledir. Düşünce de bir enerjidir. Yoğunluğuna göre Hertz dalgalarından daha fazla olarak dalgalar evrene yayılır. Bu yayılan dalgalar, çevremizde ışınım yapan titreşimler yaratır. Bu titreşimler, irademiz dışında, bu düşüncenin konusuna eğilim gösteren diğer düşünce titreşimlerine çarpar. Güçlü iradeve arzu ile yönlendirilen düşünce titreşimleri, istenen mesafe ve mekana ulaştırılır (Uzaktan enerji gönderme). Kendisine düşünce formları gönderilen kişinin aurasında dalgalanır. Telepati, sevgi veya olumsuz duyguların karşıya iletilmesi bu formülle olur. Düşünce formları fiilen kapsadıkları enerjiye doğrudan etki eder.

Düşünce ile oluşan beyinsel hareket, organizma hududunu aşar, aurayı titreştirir. Bu titreşimi uzağa iletir, sonra onları almaya uygun beyinlerle irtibata geçirir. Şifalandırmada da benzer yöntem uygulanır. Düşük veya uygun olmayan bir titreşimi, daha süptil güçlü bir frekansla rezone etmektir (Sağaltma, enerji yükleme, şifa ayeti okuma, kanal olma, öpme sırasındaki enerji geçişlerini böyle izah edebiliriz). Bozuk titreşen bir hücre bile, organizmada duygu ve düşüncelerde olumsuz etki yapar.

Olumlu veya olumsuz bir duygunun düşüncelerimize, fizyolojimize etkilerini artık biliyoruz (Moral). Beyin programlanmasında nöronların birbirleriyle etkileşime geçerek değişim ve dönüşümleri, şuuru oluşturur. Zikirde aynı kelimenin tekrarı ile hücre grubunu açar, devreye sokar, mananın zuhuru, idrakle kavranımı ile orayı mana istikametinde programlarız. Bilinçlenir ve tekamül ederiz. Bizdeki mevcut o vasıf ortaya çıkar. Keramet veya istidraç, beynin farklı yönlerinin devreye girerek farklı enerjileri devreye sokmaktır. İnsan vücudunda hücre, organ, kas, kemik vesaire, belli frekanslarda titreşir. Bu frekansın değişmesi, o bölgede sorunun olduğunu belirtir ve hastalığı işaret eder. Eğer vücudumuzun bir hücresi bile yanlış frekansta ise bu durum aurayı etkiler.

Uygun bir frekans uygulaması ile (renk, taş, enerji terapisi, zikir) bu titreşimi rezone edip dengeyi kurabiliriz. Beden, uygun şartlar altında her zaman orijinal yapısını kazanma eğilimine sahiptir. Kıskançlık, öfke, nefret, korku, evham gibi hisler kalıcı huy haline dönüştüğünde, ciddi organik değişiklikler yaratabiliyor. Olumsuz duygu ve düşünceleri değiştirdiğimiz zaman, fiziksel olarak da değişime uğruyoruz. Doktor Carles Philmore, "İnsan bedeninin ihtiyacı olan bütün ilaçlar zihinsel olarak üretilmektedir, zihindeki yenilenmeler, vücuttaki hücrelerin de yenilenmesine sebep olur." der.

Düşüncelerin şekline göre vücudumuzu bozabilir veya yeniden yaratabiliriz. Yaşamımız da bu döngünün içindedir. Ruhumuz sürekli özüne, aslına dönmek, bütünleşmek adına gelişmek ister. Gelişmesi için deneyim yaşaması lazımdır. Bilgi, olayı değerlendirmeye alabilmek için gerekli olan altyapının bölümüdür. Gelişme, tekamül için bilginin deneyimlenmesi, uygulanması lazımdır. Ruh, sürekli ihtiyacı olan için düşünce, şekil üretir. Bu hayallerle evrene talep vermektedir. Ona ihtiyacını bildirmektir. Ve evren, bu titreşimlere uygun enerjilerle yeni oluşumları, kişinin yaşamına verecektir. NE DÜŞÜNÜRSEK, OYUZ...

Kaynak: Gen bilim

Bilinç -Beyin -Zihin

Felsefeciler, sinirbilimciler ve konunun uzmanı olmayan kişiler bilincin/zihnin nasıl ortaya çıktığını uzun süreden beri merak ediyor. Beyin üzerine yapılan daha kapsamlı araştırmalar sonucunda yüzyıllardır akılları kurcalayan sorun çözülebilir. Bir binyıl sona erdikten sonra yaşam bilimlerindeki yanıtlanması gereken sorular listesinin ilk sırasında şu sorunun geldiği görülüyor: Zihin (düşünce) dediğimiz bir dizi süreç, beyin adını verdiğimiz organın etkinliğiyle nasıl ortaya çıkıyor? Aslında bu yeni bir soru değil. Yüzyıllar boyunca aynı soruya şu ya da bu şekilde farklı çözümler önerildi. Son zamanlarda bu soru hem uzmanların ­bilişsel (cognitive) sinirbilimcilerin ve felsefecilerin- hem de zihnin, özellikle de "bilincin" kökenini merak eden başka kişilerin kafalarını kurcalıyor.

Bilinç, bugün üzerinde çok durulan bir mesele; çünkü genel anlamıyla biyoloji -özelde sinirbilim- yaşamın bir sürü sırrını gözle görülür başarıyla açığa çıkarıyor.
1990'larda -ki bu zaman dilimi "beynin on yılı" olarak adlandırılıyor- beyin ve zihin hakkında psikolojiyle sinirbilimin tüm geçmiş tarihi boyunca elde edilen bilgiden fazlası öğrenildi. Bilincin nörobiyolojik temelini aydınlatmaya yönelik verilen mücadele -buna beden-zihin probleminin başka bir türü de denilebilir- giderek güçleniyor.
Araştırmanın temel konusu "bilinç" olunca, zihni formüle etmeye çalışan kişide bu çaba yılgınlık yaratabiliyor. Bazı düşünürler, uzmanlar ve hatta amatörler sorunun yanıtlanabileceğine inanıyor. Başkaları ise yeni bilgi akışındaki inanılmaz artış sayesinde, kuram doğru ve kullanılan teknik etkin oldukça, bilimin saldırısına hiçbir problemin karşı koyamayacağı gibi baş döndüren bir hisse kapılıyorlar.
Ancak bu tartışmalar, bilincin/zihnin öğeleri olan görme ya da bellek gibi süreçleri beynin nasıl gerçekleştirdiğini açıklamaya yönelik karşılıklı fikirler öne sürülmedikçe anlamlı olamaz. Temel sorunlar ve karşı savlar.

Zihnin nasıl oluştuğuna yönelik sağlam bir açıklama belki de çok yakında yapılacak. Ancak "bilincin/ zihnin" biyolojik temelini araştıranları bekleyen önemli problemler var. İlk problem, beyin ile ondan türediğini düşündüğümüz "bilinç/zihin" arasındaki ilişkiyi kurarken hangi perspektiften bakılacağıyla ilgili.
Herhangi birinin bedeni ile beyni, başkaları tarafından gözlenebilir; oysa zihin ancak ona sahip olan kişi tarafından incelenebilir. Aynı beden ya da beyinle uğraşan farklı bireyler, o beyin ya da bedenle ilgili aynı gözlemi yapabilir; ancak karşılaştırma amacıyla, üçüncü bir şahsın herhangi bir kişinin zihnini doğrudan gözlem olanağı yoktur.

Beden ve onun bir parçası olan beyin dışa açıktır ve objektif olarak incelenebilir. Oysa zihin (düşünce) kişiye özeldir, gizlidir, içseldir ve öznel bir varlıktır. Öyleyse birinci-şahsa ait zihin ile üçüncü-şahsın bedeni arasındaki bağlantı nasıl ve hangi noktada kurulacak?
Kötümserler Ne Diyor?
Beyni incelemek için beyin taraması ve beyindeki nöronlar arasındaki elektriksel etkinliği ölçmek gibi çeşitli teknikler kullanılır. Ancak kötümserler, toplanan bir sürü verinin ancak zihin durumlarını deneştirmeye (korelasyona) yarayacağını, asıl zihin durumuna ilişkin ise bilgi veremeyeceğini düşünüyor. Onlara göre yaşayan madde üzerinde yapılan detaylı gözlemler bizi zihnin (düşüncenin) açıklamasına değil, ancak yaşayan maddenin detaylarına götürebilir.
Yaşayan maddenin, zihnin ayırtedici bir özelliği olan benlik bilincini (sense of self) -başka deyişle "zihnimdeki imgeler bana aittir ve benim perspektifimde oluşmuşlardır" düşüncesini- nasıl yarattığını açıklamak olanaksızdır. Bu sav -yanlış olmasına karşın- zihni açıklamaya çalışan birçok umut dolu araştırmacıyı sessiz bırakır.
Kötümserlere göre bilinç-zihin problemini çözmek o kadar güçtür ki, daha zihinsel süreçlerin, farklı beden durumlarıyla ya da dış dünyadaki nesnelerle ilgili neden içsel temsiller yarattığını açıklamak bile olanaksızdır (Felsefeciler zihnin bu temsil yeteneğine karşılık gelen "amaçlılık (intentionality)" gibi aklı karıştıran bir terim kullanır). Bu karşıt düşünce de yanlıştır.
Son karşıt düşünce ise şöyledir: Bilincin/zihnin nasıl ortaya çıktığını akılda tasarlamak için yalnızca incelenecek zihnin kendinden yararlanılabilir. Kendi üzerinde inceleme sürdürülen bir araç -zihin- ile araştırmayı sürdürmek hem problemin tanımını hem de çözüme yönelik yaklaşımı büsbütün karmaşık hale getirir. Bize şöyle söylenir: "Gözlemci ve gözlenen arasındaki bu çatışma nedeniyle, insan zekasının, beynin zihni nasıl oluşturduğunu tartışması mümkün değildir."
Böyle bir ikilem vardır, ancak bunun üstesinden gelinemeyecek olduğu görüşü kusurludur. Özetle, bilinç-zihin probleminin benzersiz oluşu ve bu probleme yaklaşımı karmaşık hale getiren zorluklar iki etki yaratır: Bunlar hem çözüme ulaşmaya kendini adayan araştırmacıları hayal kırıklığına uğratır, hem de çözümün bizim sınırlarımızın ötesinde olduğuna körü körüne bağlı kişileri haklı çıkarır.
Zorlukların Değerlendirilmesi
Beynin yaşayan maddesi üzerinde "zihnin tözünü" açıklamak için araştırma yapmanın olanaksızlığını düşünen kişiler, yaşayan maddeyle ilgili eldeki bilginin böyle bir son yargıya varmak için yeterli olduğunu varsayar. Ancak bu yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü nörobiyolojik olguları daha tam anlamıyla açıklayamadık.
Moleküler düzeyde nöronların ve sinir hücresi devrelerinin işlevleriyle ilgili bir sürü detayı aydınlattık. Ancak lokal bir beyin bölgesindeki sinir hücrelerinin (nöronların) grup halindeki davranışlarını henüz tam anlamıyla kavrayamadık. Farklı beyin bölgelerinden oluşan daha büyük ölçekli sistemleri de tam olarak aydınlatamadık.
Birbirinden ayrı beyin bölgeleri arasındaki etkileşimin, her bir bölgenin tek başına yaptıklarının toplamından daha karmaşık biyolojik durumlar yarattığı gerçeğini ise yeni yeni anlamaya başladık. Fiziğin biyolojik olaylarla ilgili açıklamaları da henüz eksik. Öyleyse "Bilinç-zihin problemi çözümsüzdür, çünkü beyni bütünüyle inceledik ve zihni bulamadık" savı gülünçtür.
Henüz zihnin ne nörobiyolojisini ne de onun fiziğini bütünüyle inceleyemedik. Sözgelimi, zihnin tanımı ve duyusal imgelerin zihinde nasıl kurulduğunu açıklamak için kuantum düzeyinde bir açıklama gerekebilir.
Kuantum fiziğinin zihnin tasarlanmasında bir rolü olabileceği fikrini Oxford Üniversitesi'nden matematiksel fizikçi Roger Penrose ileri sürdü.
Kuantum düzeyindeki işlemler bizim bir zihne nasıl sahip olduğumuz konusunu açıklayabilir. Bilinç-zihin problemini bu kadar tuhaf karşılamamız çoğunlukla bilgi eksikliğinden kaynaklanır. Bu eksiklik hayal gücünü sınırlar ve olanaklıyı olanaksız gibi gösterir.
Bilim-kurgu yazarı Arthur C. Clark "Yeterince ileri bir teknoloji sihir gibidir" demiştir. Beynin "teknolojisi" onun "sihirli" olduğunu, en azından bilinemeyeceğini düşündürecek kadar karmaşıktır. Zihinsel durumlar (mental states) ile biyolojik/fiziksel olgular arasındaki derin uçurum iki farklı bilgi edinme yöntemi arasında eşitsizlikten kaynaklanıyor: Bir yanda yüzyıllar boyunca felsefenin yöntemleriyle (içe bakışla) sağlanan kapsamlı bir "zihin" kavrayışı, öbür yanda eksik sinirsel bilgiyi kullanarak biliş*yeteneğini araştıran bilim adamlarının (cognitive scientists) çabaları.
Ancak nörobiyolojinin bu uçurumu giderememesi için bir neden göremiyorum. Bu yüzden de, biyolojik süreçlerin aslında zihin süreçlerine karşılık geldiği konusunda ısrar ediyorum. Bence biyolojik süreçler ayrıntılarıyla anlaşılınca bunun doğru olduğu görülecek. Zihnin varlığını reddetmiyorum.
Biyolojiye ilişkin gerekli her şeyi öğrenince zihin kavramının yok olacağını da söylemiyorum. Yalnızca, eşsiz ve değerli, kişiye özgü zihnin de biyolojik olduğuna ve günün birinde kişisel zihnin (düşüncenin), hem zihinsel hem de biyolojik çerçevede tanımlanabileceğine inanıyorum.
Bir Diğer Sav
Zihnin kavranmasının olanaksız olduğuna ilişkin bir başka sav da, gözlemci ile gözlenen arasındaki çatışma nedeniyle insan zekasının kendi zihni üzerinde inceleme yapamaz olduğudur. Ne var ki zihnin de, beynin de bir basmakalıp olmadığını bilmek çok önemlidir: İkisi de farklı yapısal seviyelerden oluşur; en üstteki seviyeler diğer seviyelerin incelenmesine (gözlenmesine) olanak verecek araçlar sağlar.
Örneğin dil yeteneğimiz, zihnimize, bilgiyi mantık ilkeleriyle sınıflandırmayı ve kullanmayı bahşetmiştir. Bu da gözlemlerimizin doğru ya da yanlış olduğunu açıklamak konusunda bize yardımcı olur. İnsan doğasını bütünüyle açıklamak konusunda alçakgönüllü olmalıyız.
Kaynak: Gen bilim