27 Haziran 2007 Çarşamba

Albert Einstein'ın Beynindeki SIR

,

Tarihin en ilginç hırsızlığı belki de 18 Nisan 1955 yılında patolog Thomas Harveytarafından Princeton Üniversitesi'nde gerçekleştirilmişti. Harvey o gün otopsi laboratuvarına getirilen bir ölünün beynini çalmıştı. Ama o sıradan bir insanın beyni değildi. Bir buçuk kilo ağırlığındaki sinir dokusu dünyaca ünlü bir dâhiye aitti: Albert Einstein.86 yaşındaki patolog bu mükemmel zekânın anahtarını bir et parçasında bulabileceğine inanmıştı bir kez.
Ne ilginçtir ki bu batıl inanç, bilime damgasını vuran 20. yy'ın son günlerinde bile canlılığını korumaya devam etti. Daha geçen ağustos ayında gazetelerin baş sayfalarında, nöroanatomik incelemeler sayesinde Einstein'ın beynindeki sırrın çözüldüğü haberi, dört sütuna manşet olarak veriliyordu.

Bu müthiş zekâ en ince ayrıntısına kadar incelenirken, boşluklarla dolu özgeçmiş de didik didik edilmişti. Einstein kişiselleşmiş bilime inanıyordu. İnsan kişiyi kavradıktan sonra bilimin varlığını anlayabiliyordu. Peki ama, her şeyin üstüne çıkan bu mitos başka nasıl açıklanabilirdi ki?

Bir efsane doğuyor...

Albert Einstein 7 Kasım 1919 günü Berlin'deki evinde hayatının dönüm noktası sayılacak bir buluşla uyandı. Time, bu buluştan "Bilimde büyük devrim" diye söz ediyor ve insan zekâsının önemli bir açıklaması olmasa bile en önemlilerinden biri olarak okurlarına sunuyordu: Einstein'ın genel bağıllılık teorisi bilimsel olarak kanıtlanmıştı! Ve üç gün sonra New York Times dergisinde ikinci bir haber: "Einstein'ın teorisi başarılı."

O zamana kadar bu bilim adamı ve eserleriyle hiç ilgilenmemiş olan büyük bir kitle bile, bu heyecanlı haberlerden pek bir şey anlamasa da ilgisiz de kalmamıştı. Einstein buluşuyla ilgili haberin coşkuyla karşılanmasını şöyle değerlendirmişti: "Gizemin rengini ve çekiciliğini taşımakta."

Ne var ki bu büyük olay Alman basınında pek önemli bir yer kaplamayacaktı. Ancak bir ay sonra 14 Aralık günü Berliner Illustrirte Zeitung gazetesinde, altında "Dünya tarihinin yeni düşünürü" açıklaması bulunan, düşünen bir Einstein portresi yayımlandı.

Einstein bundan sonra 20. yy'ın diğer önemli bir gücüyle daha tanışacaktı. Bilim adamını kısa sürede keşfeden medya onu kültleştirerek adeta evrensel bilimin bir pop yıldızı haline getirdi. Ve Albert Einstein 7 Kasım Cuma günü yeniden doğmuştu. O artık tüm devirlerin efsanesi, mitosu, idolü ve ikonu olarak yaşamaya devam edecekti.

Einstein bir insanın sahip olabileceği prestije üstün başarısı ve etkileyici kişiliği sayesinde kavuştu. 1919 yılından itibaren yaşadıklarıyla ama özellikle de fizik alanında büyük yankılar uyandıran ve bugüne değin geçerliliğini koruyan dünya görüşüyle geniş bir kitleyi etkisi altına aldı.

Kopernik, Darwin ve Freudgibi bilginlerin tarih boyunca insanlığa sundukları teoriler, taşınması güç bilgiler olarak algılanırken Einstein bilim yoluyla adeta bir teselli kaynağı yarattı. Kopernik dünyanın aslında evrenin merkezinde olmadığını, Darwin de onların Tanrı tarafından yaratılmadığını öne sürerken, o zamana kadarki inançları alt üst etmişlerdi. Darwin'in etkisinde kalan Freudise Tanrı'yla ilgili bilinmezleri "Ben" teorisiyle açıklama cesaretini göstererek, insanların o güne kadar taşıdıkları düşünceleri çıkmaza sürüklemişti.

İşte Einstein tüm bunlara rağmen gerçekte insanoğlunun ne kadar mükemmel bir varlık olduğunu ve yalnızca düşünme yoluyla evrenin derinliklerindeki gizlere ulaşılabileceğini göstermişti.

Einstein kendisine otorite sağlayan büyük başarısını, hümaniter ve politik amaçlarda kullanabileceğini de kavradı. Ve böylece bilginin ağzından çıkan her söz büyük yankılar uyandırmaya başlamıştı.

Tüm basın kuruluşlarına egemen davranışları sayesinde adeta bilimsel bir "marka" haline geldi. Einstein "markası", dağınık profesörün barışa yönelik cesur savaşları, insan hakları, silahsızlanma ve dünya yönetimiyle bağdaşmaktaydı.

Ve Einstein hayatının gün batımında dünyaya ve geleceğe doğru dilini çıkardığında aslında kendi kişiliğini çizerek insanlığın mecaza dönüşmesini haber vermekteydi: Tabuları yıkan, Galile ve Gandhi'nin karakteristik özelliklerini kendi kişiliğiyle birleştiren bu bilgin, sanatçının özgürlüğünü (Dali)filozofun gücüyle (Diogenes)harmanlayarak mükemmel bir sentez yaratmıştı. Fakat fotoğraf aynı zamanda, onun naifliğini ve büyüklüğünü örtemeyen bir ifadeyi de yansıtmakta: Hiroşima ve Nagasaki'ye atılan atom bombaları, yıldızına bir gölge düşürmüştü.

Yüzyılın beyni

Einstein vasiyetinde yalnızca eserlerini, fikirlerini ve dünya görüşünü miras bırakırken ölümcül olan bedeninin yakılmasını, küllerinin de bilinmeyen bir yere gömülmesini istemişti. Tanrıların mezarı yoktu ve o zaten başlı başına bir abideydi.
Ne var ki vasiyetini yazarken beynini 240 doku parçasına ayırarak saklamayı başaran patolog Thomas Harvey'i hesaba katmamıştı. Harvey, olayı bir süre gizlemeyi başardıysa da sonunda hırsızlığını açıklamak zorunda kaldı: Einstein'ın oğlu Hans Albert sözde sadece araştırma amacıyla kullanılmak şartıyla, babasının beyninin alınmasına razı olmuştu. Harvey, Princeton Üniversitesi'ndeki işini kaybettikten sonra elindeki değerli malzemeyi emin ellere teslim etmek için büyük bir çaba harcadı. Ne var ki, büyük sansasyonlarla duyurulan araştırma sonuçları hiçbir beyin uzmanı tarafından desteklenmedi. En saygın Einstein araştırmacılarından biri olarak kabul edilen Jürgen Renn, beyin dokusunda zekâ kalıntılarını arayan primitif inancı "Fetişizm" olarak açıklıyor. "Einstein'ı bilimsel gelişme içinde anlamaya çalışmalıyız" diyor Renn, Berlin Max Planck Enstitüsü Bilim Tarihi Bölümü Başkanı.
Renn, Einstein'ın yaratıcılığı çerçevesinde, bugüne kadar uzanan kayıtlar görmekte: Filozof sınırlı bir alanda uzmanlaşma ve erken teşhis yerine, geniş bakış açısına felsefi bir derinlik kazandıran bir barış örneği sergilemişti.

Filozofun ilk çocukluk döneminde, kariyeriyle ilgili tohumlara pek rastlanmaz. Örneğin, Einstein'ın köşeli bir kafası olduğunu, geç konuştuğunu, kötü bir öğrenci olduğunu söylemek neyi gösterir? Ama onun henüz 12 yaşındayken bir geometri kitabı dolusu problemi büyük bir hızla tek başına çözebilmesi ve 13 yaşındaImmanuel Kant'ın "Kritik der reinen Vernunft" (Salt Aklın Eleştirisi) adlı eserini okuması şaşılacak bir durumdu. Ve 17 yaşındayken kendi çabalarıyla öğrendiği yüksek matematik ve teorik fizik temellerini kavraması, onun yüksek zekâsını açıkça ortaya koyuyor. Öğrencilik döneminde okumuş olduğu Aoran Bernstein'ın doğa bilimleriyle ilgili tüm kitapları, bilime anlaşılır bir bakış açısı sağladığı gibi fizik dünyasındaki iddialarını ifade etme yetisini de kazandırmıştı.

Bernstein'ın eserlerinde, filozofların düşüncelerinde önemli bir yer edinen bir sözcükten de söz edilir: Spekülasyon. Onu düşünür olarak eşsiz kılan ve kısmen de başarıya götüren şeyler zaman zamanmaceracı bir zihinaraştırmasına da dönüşmeliydi. Einstein beynini kurcaladığı zamanlar spekülatif düşüncelerle aradığının peşine düşüyordu: "Işığın peşinden koşmak nasıl olurdu" veya "Işığın üzerine binebilseydim" gibi hipotetik düşünceleri, Einstein kendisine daha öğrencilik dönemlerinde sorabilmişti. Bu soruların kaynağı kuşkusuz Bernstein'ın eserlerinde aranmalıydı. Soruların cevabı ise "sınırlı bağıllılık -rölativite- teorisi" idi.

Boşluğa atılan adım

Einstein dünyaya geldiğinde evler mum ışığı, sokaklar da henüz gaz lambalarıyla aydınlatılmaktaydı. Genç fizikçi bundan bir çeyrek yüzyıl sonra parladığında ise endüstrileşmiş dünya da elektrik enerjisiyle ışıldıyordu.
İnanılmaz bir hızla gelişen köklü bir teknolojik devrim olmaksızın Einstein'ın başarısı açıklanamazdı. Genç filozof aydınlanma mucizesini bile ilk elden yaşamıştı.
Babası Hermann,kardeşiJakob'un "Elektrotechnischen Fabrik J. Einstein" fabrikasının hissedarıydı. Einstein'ın dâhiyane fikirleri daha 1886 yılında elektrik enerjisine yansımıştı. Ve fabrika daha sonraları sokakları da aydınlatacaktı.
O tarihlerde Isaac Newton'un 200 yıldır monopol haline gelen fizik teorisine karşı yeni bir rakip doğmuştu. Hemşerisi James Clerk Maxwell,elektromanyetizma teorisiyle "alanlar" ile ilgili bir sistem yaratmıştı. Belki de dünya sonunda tümüyle dalgalar ve alanlarla açıklanabilecekti. Yoksa iki bölge birbirinden bağımsız olarak gelişen iki farklı tarihin bir bütününü mü temsil ediyordu?
Einstein tek tarafın zafere ulaşması yerine birleşmeden yana tavır almayı yeğlemişti. Bu karar onu ilk mesleki başarısızlıklara sürüklemiş olsa da daha sonraki bilimsel başarılarında büyük katkıları olduğu kuşkusuz.
Fizik eğitiminden sonra Zürich'te asistan olarak çalışmayı umut ederken, 1900 yazında diplomasını aldıktan sonra geçici öğretmenlik görevine başladı. Einstein "ikinci uzmanlık eğitimini" Bern'deki federal patent dairesinde 1909 yılında tamamladı.
Buradaki görevinden arta kalan zamanlarında çağdaş fizikte ortaya atılmaya başlanan büyük problemler üzerinde düşünme fırsatını bulmuştu. Hatta daha çok elektroteknik buluşlar üzerine çalışan patent dairesi, onu uzmanlığa öylesine çok yaklaştırdı ki bunu üniversite çevresinde bile daha zor elde edebilirdi.
Einstein da diğerleri gibi önce, nispetsizliği, mevcut fizik kurallarıyla çözmeye çalıştı. Ama ışık hızı, daha o zamanlar bile o günlerdeki bilimsel çerçeve içine oturtulmak istenmemekteydi. Ve bu sırada Berlinli profesör Max Planck,tüm doğa bilimlerini altüst eden devrimsel bir kanunu ortaya attı: Natura non facit saltus - Doğa atılım yapmıyor.
Planck'ın, araştırmalarının temeline dayanarak, elektrik ampullerinin standartlaştırılması üzerinde bulduğu bir formül aynı zamanda ışıma enerjisini de açıklamaktaydı. Fakat bununla klasik fizikte bir devrim yaratacağına inanmamıştı. Bunu ancak Einstein idrak edebilecekti.
Planck içinde bulunduğu durumu şu şekilde açıklamıştı: "Fizikteki bu teorik buluşu deneyimlere aktarma çabalarım bir türlü sonuç vermiyor, bulunduğum yer benim sağlam bir zemin gösterme fırsatını beklemeden ayağımın altından kayıp gidiyordu." İşte onun boşluğa atmak zorunda kaldığı adım, Einstein'ı diğerlerinin önüne geçirecekti.

O zamanki fizik işaretlerinde birbirine bağlı olmayan alanlardaki yaygın şüpheciliğe karşı atomların gerçek varlığını Planck'ın kuantum problemlerini çözerek görebilmişti Einstein. 1905 yılında ışığın belli şartlar altında bir birikimin parçacıkları gibi hareket ettiğini formüle eden dâhi, böylece 1921 yılında kendisine Nobel ödülü de getiren bu çalışmayla, Max Planck tarafından yıllarca büyük bir mukavemetle hesaplanan ve modern fizikte görelilik teorisinden sonra ikinci büyük teori yapıtı sayılan kuantum teorisini bulmuş oldu.

Yeni bir Kopernik
Newton'un eserlerinden de esinlenen Einstein, aslında soruşturulması mümkün olmayan fakat dünya oluşumunun çerçevesinde gelişen, mekân ve zaman gibi temel kavramlarla ilgili sorularla da uğraştı. Ve böylece sonunda sınırlı görelilik teorisini geliştirmeyi başardı.

Çok öncesinden boşluğu doldurduğu varsayılan "eterin" elektromanyetik dalgaların yayılmasında teorik bir bünye teşkil edip etmediğini sormaya başlamıştı. Onu bu düşünceye iten problem, eterin deneysel olarak tespit edilmemesiydi. Ve sonunda onu gereksiz bularak tümden ortadan kaldırdı. Bu çok parlak bir fikir olmakla birlikte pek de orijinal sayılmazdı, çünkü aynı şeyi diğerleri de düşünmüştü. Einstein'ın düşüncelerinde gerçekte eşsiz olan şey, bu tür uzmanlık sorularından mekân ve zaman için yeni bir madde anlayışı üretmekti. Zaman kavramını yalnızca fiziksel olarak değil felsefi olarak da araştırdı. İnsan zaman kaybettiği zaman gerçekte ne yapmış oluyordu? Veya iki farklı olayın aynı anda gerçekleşmesi ne anlama geliyordu? Einstein, saniye problemini tümüyle çözdüğünü kabul ettiği zaman müthiş bir an yaşamış olmalı. Yalnızca genel mantık prensibine dayanan bir buluşun, insanlara sağlam bilgiler sağlayabileceğini kavrayabilmişti. Örneğin "Perpetuum mobile" (sonsuz hareket) ile ilgili prensip gibi. "Görelilik prensibini" de, iki mutlakiyeti bir kenara bırakıp bir yenisini üreterek bulmuştu.

Newton'a göre tıpkı sağlıklı bir sağduyunun her gün yaşadığı gibi, dünya oluşumunun tümü de "mutlak mekân olarak adlandırdığı bir sahnede hareketlenmekteydi. Ve sükûnet içindeki tüm hareketler, ışık da dahil olmak üzere tümü bu mutlak mekân içerisinde ölçülebiliyordu. Newton'un zamanla ilgili tezi daha da ilginçti. Çünkü "zaman doğası gereğince hep aynı biçimde akıp gidiyordu". İnsan da ömür boyu aynısını yaşamıyor mu?

Einstein, bilimi bu çıkmaz sokaktan çıkarabilmek için Newton'un dünyasını adeta tersine döndürmek zorunda kalmıştı. Işık hızını, doğa sabitesine çevirerek bir anlamda mutlak ve değişmez olarak kabul etti. Fakat zaman ve mekân kavramından mutlakiyeti çıkararak "görelileştirdiğinde" tüm karşıolumlar da birdenbire ortadan kalkıvermişti. Böylece fizik kuralları, karşı karşıya hareket eden sistemlerle aynı şekilde formüle edilebilir hale geldi.

Bu görelileştirme işlemi, Einstein'ın dünya görüşlerini birleştirme konusunda attığı en büyük adımdı. Ama ne var ki bunun da bir bedeli vardı: Zaman ve mekânın paradoksal hareketi

Yavaş çalışan saatlerin veya hızlı hareket eden objelerin kısaltılması gibi, teoriden mantıksızmış gibi algılanan sonuçları, Einstein bile garip bulmuştu. Ama ne var ki zaman makinelerinin Science-Fiction dünyası birdenbire teorik bir buluşa sahip oluvermişti.

En ünlüsü ikizler paradoksudur: İkizlerden biri dünyada kalırken, diğeri büyük bir hızla uzaya gider. Bir yıl sonra geri döndüğünde kardeşinin 50 yıl birden, kendisininse yalnızca iki yıl yaşlandığını anlar.

Einstein zaman ve mekânı içten içe birbirine bağlar. Nasılsa tuğla gibi mekânsal bir cisim yalnızca üç koordinat uzunluğu, genişliği ve yüksekliğiyle açıklanabiliyorsa, zaman da diğer göreli bir büyüklük olarak tanımlanmakta ("Mekân/Zaman" kavramı).


Dünyanın en ünlü formülü

"Uzayı sarsmak bu kadar gerekli miydi" diye sormuştu Fransız doğa filozofu Gaston Bachelard."Bir düşünce tek başına, iki ila üç yıllık rasyonalist düşünceyi ayağa kaldırmaya yetecek miydi?

Einstein'ın orijinal eserinde sınırlı bağıllılık teorisinden çıkan zengin açıklamalara değinmemiş olması bilim tarihinin bir ironisidir. Kütlenin doğrudan doğruya cismin içindeki enerji olduğunu daha sonraki bir makalesinde açıklayacaktı bilgin.

Fakat çekirdek enerjisinin kullanımıyla ilgili denklem ve atom bombasının başlıca formülü olan bu elementer buluş dünyanın en ünlü formülüydü: E = mc2

Gerçi Einstein'ın bilim dünyasında tanınması uzun bir zaman almıştı ama, Max Planck onu keşfettiğinde, dünya ikinci bir Kopernikile tanışıyordu.

Einstein'ın bu büyük başarısı tarihte ikinci bir kişiye daha mal edilmek istendiyse de, o bunu daha sonra değiştirecekti. "Emma" dergisi 1983 yılında dâhinin eşi Mileva Mariç'i, okurlarına "görelilik teorisinin anası" olarak sunuyordu. Derginin bu iddiası 1969 yılında Sırpça olarak yayımlanan ve daha sonra Almancaya çevrilen kitaptan alınan bir cümleye dayanmaktaydı. Einstein 27 Mart 1901'de, yani teorinin açıklanmasından dört yıl önce eşine yazdığı mektupta şöyle sesleniyordu: "Sevgili Miezschen, seninle birliktegörecellik üzerine yaptığımız çalışmaları başarıyla tamamlayabilirsek, ne kadar mutlu olacağımı bilemezsin". Tabii ki, bu sözü edilen çalışma için bir "analık" hakkı vaat etmiyordu, ama eğer karşısındaki kişinin bu çalışmayla ilgisi yoksa, hiç kimse böyle bir cümle sarf etmezdi.

Her ne kadar Einstein yalnız kalmaktan hoşlanıyorsa da, fikir alışverişinde bulunmak onun için çok önemliydi. Einstein yakın dostlarıyla birlikte Ernst Machs'ın "Mekaniğin Gelişimi" adlı eserinden "Don Kişot"a kadar birçok kitabı okuyup tartışıyordu. Hayatında oldukça başarılı bir matematikçiydi. Onun yardımı olmaksızın Einstein genel görelilik teorisini 1915 yılında tamamlayamazdı.

Kendinden altı yaş büyük Besso ile bir ömür boyu dost kaldı. Besso'nun esere katkısı öylesine büyüktü ki, Einstein özel bir teşekkür yazısı bile yayımlama gereğini duymuştu.

Fizikçiler ve kadınlar

Mileva erkeklerin sohbetlerine pek karışmazdı. Ama onun evlilik içinde Einstein'ın düşüncelerini etkilemediği de söylenemez. Bitirme sınavlarında iki kez başarısız olduktan sonra fiziği bıraktı. Ama onu başarısız kılan not ortalaması kocasınınkinden çok düşük değildi. Einstein 4,91 ile diplomasını alırken Mileva 4,0 ile kalmıştı.

Mileva'nın 1901 ilkbaharında diplomadan daha başka sorunları da vardı. O hamileydi. Ama evlilik dışı bir çocuk sevdiği adamın kariyerine engel olacaktı. Ve kısa süre sonra İsviçre'yi terk ederek baba evine döndü. 1902 yılında da bir kız çocuğu oldu. Çiftin ilk çocuklarının kaderini hiç kimse bilmiyordu. Tahminlere göre bebek bir buçuk yaşına geldiğinde evlatlık verilmişti.


Fakat dâhinin ilk çocuğunu bir buçuk yıl içinde hiçbir zaman görmeye gitmemesi ve doğum sırasında bile gelecekteki karısının yanında bulunmaması her zaman merak konusu olmuştur. Einstein karşı cinse ne kadar kötü davransa da, karşısında hep yenilerini buluyordu. "Einstein kadınları seviyordu. Onlar ne kadar sıradan olur ve o kadar çok terlerlerse daha çok beğenirdi" demişti doktorunun oğlu. Ne var ki anlatılanların yalnızca yarısı doğruydu. Einstein'a tapan kadınların çoğu cemiyetin güzel kadınlarıyla da görüşüyorlardı. Dâhi bunlarla çıkıyor ve onlarla birlikte olduğu kadının evinde geceliyordu. 1998 yılında dâhinin Sovyet casusla da ilişkisi olduğu ortaya çıktı.

Fizikçinin aşk hayatı Einstein bilmecesini çözmeye pek elverişli değildi. Onun bu yaşam biçimi kısıtlı olan zamanına da bağlanamazdı. Evinde anaç bir hanımefendi isteyen dahi, aşk maceralarını dışarıda aramaktaydı.

Mileva 1914 yılında iki oğluyla birlikte Berlin'e döndüğünde Einstein Prusya Akademisi'ndeki görevine başlamıştı. Onunla birlikte yaşamak isteyen karısına inanılmaz şartlar sıraladı. Evde kesinlikle onun sözü geçecek, ondan şefkat beklemeyecek ve kesinlikle sitem etmeyecekti. Mileva bu hayata yalnızca birkaç hafta dayanabildi ve çocuklarıyla birlikte İsviçre'ye döndü. 1919 yılında büyük mücadeleler sonucu boşandılar. Aradan dört ay bile geçmeden kuzini Elsa ile evlenen Einstein, daha sonra kuzininin 18 yaşındaki kızına bile evlenme teklifi etmişti.

"Biz Einstein'ı böyle tanıdık" diyor"Einstein Paper Project"yöneticisiRobert Schulmann."Onunla ve başkasıyla, kiminle evleneceği hiç önemli değildi."

Tarihçi 1986 yılında Einstein'ın büyük oğlu Hans Albert'ın evlatlık kızı Evelyn Einsteinile karşılaştığında Einstein'ın özel hayatıyla ilgili inanılmaz bilgiler elde etmişti. Evelyn'in üvey annesi Frieda, Mileva'nın ölümünden sonra (1948) İsviçre'deki evde Einstein'a yazılan ve ondan gelen bir sürü mektup bulmuştu. Mektuplar 1987 yılında "Collected Papers" adı altında John Stachel tarafından yayımlandığında, dünya, dâhinin evlatlık verilen kızı "Lieserl"ın varlığını da öğrenmişti. Schulmann ayrıca aynı soyadını taşımaya hak kazanan Evelyn'in de aslında Einstein'ın evlilik dışı bir kızı olduğunu da öğrenmişti. Bir söylentiye göre Evelyn, New York'lu bir dansçıdan doğmuştu.


Evlatlık alınan torunun gen testleri başarılı sonuç vermedi. Çünkü Einstein'ın beynindeki DNA kalıntıları bugünkü araştırmalar için yetersiz kaldı. Bu bilmece de böylece 2006 yılında yayımlanması düşünülen mektuplara kadar bir sır olarak kalmaya devam edecek.

Einstein'ın olgunluk çağında evlilik üzerine sarf ettiği sözler de pek hafife alınır türden değildi. Einstein evliliğin fantezi sahibi olmayan bir domuz tarafından keşfedildiğini söylüyordu. Elsa 1936 yılında ölüm döşeğinde kıvranırken o aldırmaksızın çalışmalarına devam edebilmişti.

Özellikle oğulları Einstein'ın kayıtsız davranışlarından bıkmışlardı. Eduardöğrencilik dönemlerinde ağır bir depresyon geçirmiş ve 1932 yılında tedavi görmek zorunda kalmıştı. Einstein şizofren olan oğlunu 1933 yılında bir kez ziyaret etmişti ama sonraki 20 yıl içinde bir daha görmedi.

Gezi günlüklerinin birinde psikolojik oto-analiziyle ilgili değerlendirmelere de yer vermiş Einstein: "Kayıtsızlığa dönüşen hiperduyarlık, gençlikte yaşanan tutuk davranışlar ve dünyadan kopma, diğer insanlarla arasında camdan bir duvarın örülmüş olması, sebepsiz itimatsızlık ve zorlu hevesler" bunlardan bazıları. Dostu doktor Janos Plesh "vücut duyarlığını yitirmiş bir insandan" bahsetmekte. "Uyandırılana kadar uyuyor, uyuması gerektiği söylenene kadar asla uyumuyordu. Önüne yemek konana kadar aç kalıyor veyahut da patlayana kadar yiyordu" diye anlatmıştı Plesh.


Duygunluğunu ayarladığı ölçü ve bilimsel düşüncelerine yerleşen hırsı belki de teorik düşüncesine ait inanılmaz derinliğin bir bedeliydi.

Einstein Newton'a karşı

Onun genel görelilik teorisi üzerinde sekiz yıl boyunca aralıksız olarak çalışabilmesi belki de böyle daha iyi anlaşılabilirdi. Sınırlı görelilik teorisini geliştirmek ve genelleştirmek ise ona çocuk oyunu gibi gelmişti. Einstein'ın bu seferki amacı, Newton tarafından öne sürülen ve tüm evrende etkisini gösteren çekim gücünü açıklamak ve görelilik prensibiyle değerlendirmekti. Ancak buraya giden yol tümüyle bilinmezlerle dolu olduğu gibi opusu anlamak isteyen bilgisizler için de oldukça umutsuz bir gelişim tarihiydi. Araştırmasını başarıyla tamamlayan Einstein bir röportajında şöyle demişti: "Eskiden dünyadaki tüm cisimler yok olduğunda geriye zaman ve mekânın kaldığına inanılıyordu. Oysa görelilik teorisinden sonra zaman ve mekân cisimlerle birlikte yok olmakta." Fakat açıklamayı yaptığında hangi meçhul sahaya çarpacağını asla tahmin edememişti. Düşüncesinin çıkış noktası diğer taraftan da bir spekülasyon oluşturmuş ve daha sonraları bunu hayatının en güzel fikri olarak tarif etmişti: "Bern'deki patent dairesindeki odamda oturuyordum. Birden aklıma bir şey geldi. Boşlukta bulunan bir kişi ağırlığını hissetmezdi. Beni derinden etkileyen bu düşünce çekim teorisine götürmüştü."

Bunlar basit gibi görünen derinlemesine düşüncelerdi. Ve bunlarda Einstein gizemiyle ilgili çekirdek gizliydi. Böylece günümüzde çocukların bile anlayabileceği kadar basit bir dilde bir fenomen tarif etmişti. Fiziksel olarak arkasında bir evren gizliydi: Daha ağır maddelerin ve taşıyıcı kütlelerin eşdeğerliliği.


Teorinin başarısı
Newton'un dünya görüşüne göre insanı yeryüzünde tutan ve hareket hızıyla hissedilen kuvvetler (örneğin dünyanın çevresinde dönen uzay aracının santrifüj gücü gibi) temelde iki ayrı türde oluşmaktaydı: Birincisi adeta cisimlerin içine yerleşmiş durumda olan, ikincisi ise buna göre hareket edendi. Yalnızca büyük bir hızla çalışan asansörün içindeki bir insanın boşlukta bulunması fikri bile, Einstein'ın, hareket hızı ve çekim kuvveti prensibini tüm evren için uygulayabilmesine neden olabilmişti.


Önce kendisine çekimin gerçekte ne olduğunu soran bilgin, tamamen çılgın bir sonuca ulaşmıştı: O da tıpkı zaman ve mekân gibi dünya sahnesinin bir bölümünü oluşturmaktaydı. Ama üzerindeki olaylar bağımsız yaşanmıyordu: Çekim, zaman ve mekânın içlerindeki kütlelerin "eğriselliğinden" başka bir şey değildi. Einstein bununla evrendeki en gizemli oluşumu teşkil eden çekim kuvvetini bağımsız bir büyüklük olarak ortadan kaldırmıştı. Onun evreninde dünya güneş tarafından çekilmiyor, zaman ve mekânın güneş tarafından "eğriselleştirilmesiyle" hareket ediyordu.


İçinde bugünkü kozmoloji mantığının saklı olduğu bu teori, aslında (Einstein'ın bundan henüz haberi yoktu) göreliliğe daha yakındı: Madde (enerji), zamanı en olağanüstü durumdan duraklama anına kadar etkileyebiliyordu. Ve böylece uzayın evrimi Einstein tarafından değil ancak onun bir takipçisi tarafından bilimsel olarak açıklanabilecekti. Onun fikirleri "ilk patlama" üzerine geliştirilen teorinin temel taşlarını oluşturmuştu.


Ne var ki, bunun da bedeli oldukça ağır olmuştu: Einstein nihai denklemlere ulaşabilmek için öklidiyen geometriyi, eğrisel zaman/mekân kavramının öklit olmayan geometrisiyle tamamladıktan sonra fiziği tensor hesabı (üçten fazla elemana dayanarak tanımlayan vektör inceliği) yardımıyla tanımlaması gerekmişti. Matematikte fizikte olduğu kadar başarılı olmayan Einstein, eserini dostu Grossmann'ın da yardımıyla 1915 yılında Prusya'daki meslektaşlarına sunabilmişti.


Berlin Max-Planck Enstitüsü'ndeki Einstein araştırmacıları onun düşünce yolunu kavrayabilmek için on yıllık notlarını en ince ayrıntısına kadar incelediklerinde, onun daha 1912 yılında doğru denklemleri bulduğunu ortaya çıkardılar. Ama Einstein, o zamanlar kendi formüllerinde gizlenen fiziksel devrimi henüz kavrayamamış ve hatalı olarak kabul ettiği sonuca üç yıl sonra geri dönmüştü. Çekim merceklerinin varlığını bile daha o tarihte hayal edebilmişti. Ancak bunlar ilk olarak 1979 yılında bulundu.


Genel görelilik teorisi Einstein'ın özgeçmişinde önemli bir kalite olarak yer edinmişti. Daha o zamanlar bile amprik olarak kontrol edilebilen varsayımlar vermekteydi. Newton'un evreninde küçük ama dünya üzerinden tartışılamayan bir nispetsizlik vardı. Merkür gezegeninin ilginç yörüngesi onun kurallarıyla bir yere oturtulamıyordu. Fakat Einstein bunu denklemleriyle kesin olarak hesaplayabiliyordu.


Fakat bu önemli aşama henüz kanıtlanmamıştı. Eğer evren yani "Zaman/Mekân" büyük kütleler tarafından eğrisel hale getiriliyorsa, o zaman Einstein'ın bu iddiası ilk olarak İngilizler tarafından 29 Mayıs 1919 yılındaki güneş tutulması sırasında kontrol edildi. Araştırmayla ilgili sonuçlar aynı yılın kasım ayında ünlü "Royal Society" salonlarında açıklandı. Newton'un portresi önünde açıklamalarını yapan astronom Sir Frank Dysonşöyle diyordu: "Titiz bir araştırma sonucunda Einstein'ın kesinlikle doğru bir tahmin yaptığını söyleyebiliriz." Ve bu sözlerden sonra zafer kazanan Einstein birdenbire büyük bir ün kazandı. Ve hemen o günün ertesinde Times'ta çıkan ikinci bir haber: "Evrenin yeni teorisi, Newton'un düşüncelerini altüst etti".





"Sarışın canavar"


Kısa sürede dünyaya yayılan ünü, sayısız unvanlar, Nobel ödülü, geziler, ünlü isimlerle karşılaşma fırsatı ve hayatını renklendiren daha nice parıltılı olaylar, bilginin 1919 yılından itibaren uğursuzluklarla dolu bir hayata sürüklenmesine engel olamamıştı.


Genel görelilik teorisiyle elde ettiği başarıdan dolayı adına bir anıt (Einstein Kulesi, Potsdam) dikilen Einstein, diğer yandan da çirkin saldırılara hedef oluyordu. Görelilik teorisi, Alfred Döblintarafından "iğrenç görelilik öğretisi", "korkunç hilkat garibesi" ve "fakir sanat eseri" olarak değerlendirilmekteydi.


Ama en kötüsü politik alanda yaşanan düşmanlıklardı. Ve bunlar savaşın sonlarına doğru ırkçı yaklaşımlar ve Yanudi düşmanlığına doğru uzanmaya devam edecekti. Einstein daha o tarihten itibaren, bilginlere karşı güçlü bir antisemitizm hareketinin başladığı fikrine kapılmıştı.


Teorisinin Berlin'deki bir bilim toplantısında (1920) ağır eleştirilere uğramasının ardından Almanya'yı terk etme fikri ilk kez beynini kurcalamaya başlamıştı. Yahudi Dışişleri Bakanı Walther Rathenau24 Haziran 1922 yılında vurulduğunda ise bu arzusu daha da güçlenecekti. Peki ama 16 yaşında bir öğrenciyken vatandaşlığından çıktığı bu ülkede, Einstein niçin uzun yıllar daha kalmaya devam etmişti?


Kendi politik koordinatlarına göre o ne bir Alman, ne bir İsviçreli, ne bir Amerikalı ne de İsrailli idi. İdealist bir enternasyonalist olduğunu kanıtlamaya çalışan bir dünya vatandaşı olan bilginin hayalindeki ülke, dünya yönetiminde söz sahibi olan ABD idi.


Fakat Einstein Amerika'ya yerleştikten 20 yıl sonra bile İngilizceyi doğru dürüst öğrenemedi.


Berlin yüzyılın başlarında doğa bilimcilerin cenneti haline gelmişti. Bu kadar çok otorite sahibi ve Nobel ödüllü bilim adamı belki de başka hiçbir yerde bulunamazdı. Liste Marx Planck, Walther Nernst ve Emil Warburg'dan Fritz Haber, Lise Meitnerve Otto Hahn'a kadar uzanmaktaydı.


Yalnız adam Einstein, meslektaşlarından farklı bir yol izlemişti. O kendisini gerek savaşa gerekse Almanya'ya karşı politik olarak angaje etti. Fakat buna rağmen dış gezilerinde Almanya'nın saygın bir elçisi olarak da görünmeye devam etti.


Günden güne tırmanmakta olan Yahudi düşmanlığından korunmak için çıktığı geziler bu arzunun acıklı bir ironisiydi. Hakkında ölüm emri bile verilen bilginin hayatı tehlikedeydi. Ama ne var ki o bu ülkeyi ancak 1932 yılında terk edecekti. O, Almanya'dan ve özellikle de askeri geçit havasında tertiplenen gençlik yürüyüşlerinden nefret etmişti. "Sarışın canavar" olarak tanımladığı Almanya'dan daha sonra acıklı bir haber daha aldı Einstein.


Bir basın açıklamasında, Prusya Akademisi'ni terk eden bilginin ayrılış nedeni şu şekilde anlatılmaktaydı: "Yurtdışındaki tahrikatçı davranışları (burada aslında Yahudi düşmanlığına koyduğu tavır ve kendi huzur arayışlarından söz edilmekte) nedeniyle akademi, Einstein'ın işine son verilmesinde hiçbir sakınca görmemiştir". Ne var ki, bilginin akademideki en yakın dostlarından en ufak itiraz sesleri duyulmamıştı.


Ancak bilginin Yahudi düşmanlığına karşı verdiği savaşın, hayatını gerçekten etkileyip etkilemediği de şüpheli sayılmakta. Filistin'e yerleşmeye yanaşmayan Einstein duygularını değil mantığını dinlemeyi tercih etmişti. Aynı düşünceyle Yahudi dinini de reddetti.

Onun tanrısı prensipti
Einstein kendisini her ne kadar "Yahudi azizi" olarak tanıtmaya çalıştıysa da, Yahudi dünyasının azizleri tanımadığı da bir gerçekti. Bu yüzden kendi din dünyasında pek fazla bir şey kazanamadı.

Kütle ve enerji arasındaki eşdeğerliliği keşfedip, E=m2 formülüne çevirmeyi başardığında tanrıyla ilgili düşüncelerini yakın dostu Conrad Habicht'e açıklamıştı. "Düşünce eğlenceli ve çekici, ama tanrının buna güldüğünü ve benimle alay edip etmediğini bilemem." Teoride başarısızlığa uğradığında ise daha farklı bir ifade kullanmıştı: "Tanrı çok zeki ama acımasız değil".

New York'lu bir gazeteciye dinle ilgili düşüncelerini aktardığında ise doğa araştırmacısı bir ateistin entelektüel mesafesini kullanan Einstein "Ben insanların kaderleri ve davranışlarına karar veren bir tanrıya değil, kurallı bir harmoni içinde varoluşu sunan "Spinoza" tanrısına inanıyorum" demişti.

Bilginin düşüncesindeki tanrı, doğa kanunlarının güzelliğini ve sonsuzluğunu gösteren bir prensipti. Bu nedenin ve etkinin prensibi yani Newton'un her zaman her yerde geçerli olan nedensellik ilkesiydi.

Bir determinist olarak dünyanın fizik kurallarına göre saat dakikliğinde döndüğüne inanan bilgin bu düşünceden yola çıkarak belki de bilimsel hayatının en kötü dönemini çizmişti. Hayatında iki kez büyük bir buluşçu olarak parlayan Einstein üçüncü bir eser daha yaratabilmek için elektro manyetizma ve yerçekimini aynı anda birleştirmeyi de denedi. Dünyanın oluşumuyla ilgili her şeyi kapsayan ve bugün Almanya'da "Weltformel"(dünya formülü) olarak anılan"theory of everything"formülüyle hayatının sonuna kadar uğraştı. Daha 1923 yılında akademiye ilk sonuçları sunmuştu. Ve defalarca başarıya ulaştığını zannetmesine rağmen eser her seferinde hatalı kabul edildi.

Bilim onun için her zaman önemli kaldı, ama onun bilimsel çalışmaları meslektaşları arasında yavaş yavaş önemsenmemeye başlanmıştı. Ve sonunda alay konusu bile oldu. Ama o inandığı yoldan asla dönmedi.

Tanrı parçalıyor mu?

Einstein'ın son buluşu "Bose-Einstein-Kondansasyonu" yayımlandığı sıralarda (1925), Heisenberg, Schrödinger, Bohrve diğerleri onun 1905 yılındaki ışık kuantum hipotezine dayanan "kuantum mekaniğini"bulmuşlardı. Einstein bunu desteklemedi: Eğer bu teori maddenin içindeki atomu tarif ediyorsa, nedensellikten çok uzaktı. Çılgın kuantum dünyasında, determinizmdeki mutlak olanaksızlık ve şüphecilik yerine birdenbire "belirsizlik" gibi fenomenler ortaya çıkmıştı. Gözlenen ancak gözlem yoluyla tespit edilirken parçacıklar arasında aniden tesadüflere dayanan telepatik bağlantılar oluşuyordu. Ve Einstein 1926 yılında tanrıyı tekrar bilim sahnesine koydu: "Gerçi bu teori çok şey ifade ediyor ama, tanrının bir şeyler parçalamadığından eminim".

Einstein laboratuvar deneylerinde en mükemmel sonucu veren bir teoriye karşı 25 yıl boyu adeta bir Don Kişot savaşı verdi. Meslektaşları tarafından hâlâ sayılan ama artık pek ciddiye alınmayan Einstein, araştırmaları dışında da itibar kazanmaya çalışırken belki de hayatının en büyük hatasını yapmıştı: Atom bombası.

Einstein, Franklin D. Roosevelt'ten gelen mektubun içeriği hakkında hiçbir şey bilmediğini söyleyerek kendisini savunmaya kalkmıştı. Oysa Almanların atom bombasını imha edebilecek bir silah geliştirebileceklerini söyleyen yine Einstein olmuştu.

Einstein etik ve politik açıdan ne gibi bir sorumluluk üstlendiğini çok iyi biliyordu. Sözde yaptığı hatayı düzeltmek istercesine hayatının son yıllarında atom silahlarına karşı önemli bir savaş başlamıştı.

Fizik bilimi Einstein'in 1905 yılındaki büyük buluşuyla ölümü arasındaki 50 yıllık zaman diliminin başlarında en parlak dönemini yaşamıştı. Einstein henüz hayattayken, fiziğin yerini diğer bir bilim dalı alacaktı: Biyoloji. Özellikle 1953 yılında James Watson ve Francis Cricktarafından keşfedilen DNA zincirinden sonra biyoloji, fiziğin yanında ikinci önemli bir bilim dalı olarak kabul edildi. Ne var ki fizik araştırmacıları bilinmez parçacıkları aramayı sürdürürken biyoloji hâlâ kendi "Einstein"ın beklemekte. Einstein gibi cansız maddelerin kanunlarıyla, canlılar arasında bağlantı kuranlar, çok geçmeden biyolojinin Newton zamanındaki fizik gibi karanlıkta olduğunu kavramışlardı. Kişinin zekâsını beyin akımlarıyla anlamaya veya genler ve akıl arasında nedensel bağlantılar kurmaya çalışanlar gibi.

Einstein'ın mirası formalin çözeltisi içinde saklanan beyninde değil bilimsel fikirlerinde gizli. Fakat Harvey, Einstein'ın beyninden hâlâ bir dâhinin üretilebileceğine ve günün birinde bunun mutlaka deneneceğine inanmakta. Einstein, kenti kalıtım zincirlerini taşıyan bir kopya insanın üretileceğini öğrendiğinde ne düşünürdü? Yarın bir başka kopyanın daha üretileceğini mi? Determinizm mi? Nedensellik mi? Max Planck, Mineva ve kendi döneminin çarpıcı soruları olmaksızın ne olurdu? Onun ikizi bugünkü endüstrileşmiş dünyada zekâsını onun kadar iyi kullanabilir mi? Hayatında dünyaya ve geleceğe dil çıkaracak noktaya ulaşabilecek mi?

"Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki fark sadece bir yanılgıdan ibaret" demişti Einstein ölüme karşı bir avuntu olarak.

Harvey otopsi sırasında kasık damarlarından birinin tıkanıklıktan dolayı patladığını tespit etmişti. Eğer ameliyat edilseydi birkaç sene daha yaşayacaktı. Ama ameliyata kesinlikle yanaşmayan dâhinin son sözleri de anlamlıydı: "Yaşamı yapay yollarla devam ettirmeyi çok zevksiz buluyorum. Görevlerimi tamamladım ve gitme vakti geldi. Ben bunu en zarif şekliyle yapmak istiyorum."


Nilgün Özbaşaran Dede
Kaynak: Der Spiegel, 50/1999

Hiç yorum yok: